30 Haziran 2012
SEETHER - FORSAKEN
Atıf ve Zehra Lale İşkembecisine girdiklerinde, restaurantın ön bölümünde sol taraftaki üç masa doluydu. Onlar da boş olan sağ taraftaki bir masaya oturdular. Montlarını çıkarıp vakit kaybetmeden menüye bakmaya başladılar. Biraz sonra garson yanlarına geldiğinde çoktan seçmişlerdi bile yiyeceklerini. Atıf kendisi için önden bir tuzlama, ardından da pilav üstü yarım kuzu kelle söyledi, Zehra için ise kuzu ciğer ile beyin salata. Birer de kola söylediler içecek olarak. Tam o sırada çapraz masada oturan, ortayaş üstü, düzgün giyimli bir bey seslendi Atıf’a:
“Sen bu hanım kızı sevmiyorsun galiba”
Atıf önce kendisine seslenildiğinden emin olamadı. Sesin geldiği masaya doğru dönüp baktığı anda adam aynı cümleyi yineledi Atıf’ın yüzüne bakarak:
“Sen bu hanım kızı sevmiyorsun galiba”
Atıf şaşkın bir gülümseyişle “Neden” diye sordu.
“Hem kuzu ciğer, hem de beyin salata yediriyorsun kıza, kolesterolden erken öldürmeye niyetlisin anlaşılan” diye gülerek yanıtladı adam. Zehra ve Atıf ufak bir kahkaha atınca adam devam etti:
“Maşallah, tansiyon ve kolesterol sorununuz hiç yok herhalde, ne güzel”
Masadan masaya birkaç dakika daha konuştuktan sonra, adam bir mahsuru olmayacaksa masalarına gelmek için izin istedi. “Tabi tabi buyurun” dedi ikisi de. Adam masalarına geldi, Atıf’ın yanındaki sandalyeye oturdu ve öncelikle kibar bir şekilde kendini tanıttı:
“Efendim benim adım Teoman, Deniz Kuvvetlerinden emekli bir albayım.”
Yemeklerden, tansiyondan, kolesterolden, gençlikten, kalp sorunlarından başladılar konuşmaya. Konu konuyu açtı, ya da konu konuyu açmadı da her konuyu Teoman Albay açtı. Ve neredeyse bütün hayat hikayesini anlattı oracıkta Albay iki gence.
Zehra, Albayın ne kadar da konuşmaya ve paylaşmaya hasret olduğunu düşündü. Aslında ne kadar yalnız olduğunu hissetti birden Albayın, içi acıdı. Bir yandan anlattıklarını dinlerken bir yandan yüzünü inceledi. Neşeli görüntüsünün ardındaki acıları hissetmeye çalıştı. Zehra bir yandan gözlemliyor, düşünüyor bir yandan da dinliyordu ama anlattıklarına pek yorumda bulunmuyor, soru sormuyordu. Atıf ise hem soru sorarak hem de yorumlarda bulunarak Albayın daha da fazla konuşmasını sağlıyordu. Esas olarak sohbeti götüren Teoman Albay ve Atıf'tı. Zehra sessiz bir dinleyiciydi.
Ve nihayetinde 'bunca kalp ve kolesterol sorunu olan birinin bu İşkembecide ne işi vardı' sorusuna gelindi. Albay anlatmaya devam etti. Kızının şu an sevdiği gençten ayrılmak ve nişan atmak üzere annesiyle birlikte, eski subay arkadaşı olan dünürlerine gittiklerini anlattı. Belli ki aslında şaşkınlıktan düşünemeyecek bir sarhoşlukla buraya gelmişti Teoman Albay. Üstelik aç bile değildi. Ya da sinir sistemi altüst olduğundan açlık hissetmiyordu. Sindiremiyordu kızına da, ailesine de yapılanları. Ve kendisinin tepkisiz kalmak zorunda oluşunu.
Neşeli şeylerden de bahsetti Albay. Niçin asker olduğundan, niçin denizci olduğundan, yıllar yıllar öncesinden, gençliğinden, fakir yıllarından, o günlerin Türkiyesinden.. Gidenlerden kalanlardan değişenlerden..
Bir ara Atıf ile Zehra’ya özür dileyerek “Siz nişanlı mısınız?” diye sordu. Zehra da Atıf da gülümseyerek aynı anda “Hayır” dediler. Atıf gülümseyerek devam etti “Bizim öyle bir ilişkimiz yok.” Zehra sustu, Albay ile bir an göz göze geldiler, Albay anladı. Neşesini yitirmeden bir anısını anlatmaya başladı Albay. Çıktığı bir Avrupa turu sırasında tanıştığı genç bir çifti anlattı. Fakat Zehra o andan itibaren anlatılanları duyuyor ama dinlemiyordu. Sanki beyni durmuş, tek bir cümleye kilitlenmişti: “Bizim öyle bir ilişkimiz yok.” Zaten tüm sohbet boyunca suskun olan Zehra’nın bundan sonraki asıl suskunluğu göze batmıyordu. Masadaki iki adamın sadece mimiklerini takip ediyordu Zehra. Onlar güldükçe, O da gülümsüyordu ki anlatılanları aslında dinlemediği anlaşılmasın, Albaya karşı saygısızlık yaptığı düşünülmesin diye. Bir ara söz konusu çiftin aslında evlenmeyecekken evlendiklerini anlattığını anladı Albayın. Ama beyninde geri dönüp de az önce duyduklarındaki detayları hatırlayamadı. Önemli de değildi. Önemli olan bir cümle vardı bu geceye ait. O da Atıf tarafından söylenmişti.
Nice zaman sonra Teoman Albay artık kalkması gerektiğini söyledi. Kızı ve eşi çoktan dönmüş olmalıydılar eve. Üçü birden ayağa kalktılar, el sıkıştılar ve birbirlerine teşekkür ettiler. Teoman Albay Atıf’ın elini sıktığı sırada, gözlerinin içine bakarak;
“Masaya oturduğumdan beri gözlemliyorum, böyle cici bir hanım kızı asla bulamazsın. Benim sözlerime güven, zaman çok farklı. Bu kızı sakın kaçırma! Nikah davetiyenizi de yine bu caddede yürürken karşılaşacağız ve o zaman alacağım.” dedi.
Dönüp Zehra’ya baktı. Ve kapıya yöneldi. Son bir kez daha Atıf’a bakarak;
“Bir gün söylediklerime hak vereceksin.” dedi ve kapıdan çıkıp gitti.
Zehra ve Atıf gülümser bir halde sandalyelerine oturdular. Ve hararetle konuşmaya başladılar. İkisi de kendi çıkarımlarını ve düşüncelerini anlatıyordu.
Zehra bütün akşamın tuhaflığını düşünmeye başladı. Neydi bu akşamın mesajı? Neydi onlara bu akşam verilen mesaj gerçekten? Çünkü her şey çok tuhaftı. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordu. Acımasız Tanrı filminin 19 matinesine gitmeyi planlamışlardı ama trafik engel olmuştu. Gidebildikleri 21 matinesinde de film bozulmuştu, tamir edilememişti. Bir insanın başına kaç kez gelir ki koltuğuna kadar oturmuşken gösterimi başlayan filmin bozulması? Tamir edilir beklentisiyle salonda geçirilen yarım saat. Ve Bağdat Caddesinde yemek yiyebilecekleri onlarca yer varken, o yorgunluklarının üzerine ve soğuğa rağmen yolu uzatmak pahasına gidilen Lale İşkembecisi. Öte yandan Teoman Albay’ın da sürekli gittiği bir yer değildi orası. Albay’ın en zor akşamlarından biriydi. Öyle ya, bir babanın da kızı her gün nişan atmıyordu. Ve Albay kolesterolünü bile unutup işkembe içmeye geliyordu bilinçsizce. Sonra insanların masalardan birbirine laf atması de normal bir şey miydi? Pek sık rastlanmayan bir durum olduğu aşikardı. Ve sonra adamın sanki kırk yıllık tanıdıklarıymış gibi bütün gece konuşması, hayatını anlatması…
Evet bu gece Tanrının onlara bir mesaj gönderdiğine emindi Zehra. Bir açıdan baktığında belli ki onlar Albay’ın karşısına, bu akşamı depresif yaşamaması için çıkmıştı ve Albay onlarla konuşarak bu zor akşamı bir şekilde daha rahat atlatmıştı. Peki ya Atıf ile Zehra’nın alması gereken şey neydi bunca inanılmaz tesadüften?!
Einstein’ın sözünü hatırladı birden Zehra. “Hayatını yaşamanın iki yolu vardır: Biri; hiçbir şey mucize değilmişçesine, Diğeri de; her şey bir mucizeymişçesine yaşamak.” Bu sözü ilk defa duyduğunda Atıf ile yeni tanışmışlardı ve Zehra, Atıf’ı karşısına çıkaran inanılmaz tesadüfe bir mucize gözüyle bakmıştı. O günden beri de iyisiyle kötüsüyle yaşadıkları her anı, yine bir mucize olarak değerlendirmişti. Çünkü bu erkek onun için gerçekten hayatın karşısına çıkardığı en güzel mucizelerden biriydi.
Şimdi soruyordu kendine Zehra.. Bu gecenin mesajı da bir mucize miydi? Albay o son cümleleri söylemek ve Atıf’a gözlerini açmasını salık vermek için mi çıkmıştı karşılarına? Atıf da artık mucizelere açabilecek miydi gözlerini? Görebilecek miydi? Yoksa Acımasız mıydı Tanrı bu akşamın izlenemeyen filmdeki gibi? Bu gecenin mesajı Albay’ın giderken söylediği son sözler değil de Atıf’ın ağzından dökülen o acımasız cümle miydi?
Mucize miydi Yaşam?
Acımasız mıydı Tanrı?
Vazgeçmek miydi Sonuç?
SON
Acımasız Tanrı, 1. Bölüm
Acımasız Tanrı, 2. Bölüm
Etiketler: Acımasız Tanrı, hikaye
18 Haziran 2012
Arcade Fire - Intervention
Nefesini sıkıştıran bir duyguyla güne uyandı Teoman Albay.
Kızını üzen insanlara, yine kızı yüzünden sessiz kalmak zorundaydı. Oysa
kanındaki delilik susmasını ve durmasını engelliyordu, o aileyi tamamen yok
etmek istiyordu. İçindeki bu bastırması gereken öfke nefes almasını
zorlaştırıyordu. Bugün büyük gündü. Bugün belki de hayatında yaşayacağı en zor
günlerden biriydi. Kızının çok yaralanacağı ve bir baba olarak onun çaresizce
bu olaya seyirci kalacağı gündü.
Emekli bir deniz albayıydı Teoman Bey. Modern hayat
tarzından taviz vermeyen dik başlı ve kültürlü eşi yüzünden albaylıktan ileriye
gidememişti mesleğinde. Diğer komutan eşlerine benzemezdi karısı. Bir bankada üst
düzey yöneticiydi. Katılması gereken günlere gitmez, katıldığı toplantılarda da
yasak olmasına rağmen herkesin şaşkın bakışları altında sigarasını içerdi,
yaşam tarzından ve zevklerinden feragat etmezdi. Böyle bir durumda da Teoman
Bey’in mesleki hayatında önü kapalıydı. Ama bundan dolayı şikayetçi de değildi
aslında. Ailesinin mutluluğu mesleğinin önündeydi pek çok askerin tersine.
Üzerine titrediği bir kızı vardı. Karı koca tüm maddi
olanaklarını kullanarak kızlarının hem rahat ve konforlu bir hayat
sürmesini hem de iyi bir eğitim almasını
sağlamışlardı. Pek çok asker kızı gibi katı bir disiplin içinde de büyümemişti.
Arkadaşlarıyla aktivitelere katılmakta bir engeli olmamıştı. Daha çocuk
yaşlarından beri, babasının asker arkadaşlarından birinin oğluna sevdalanmıştı.
Çocukluk yerini genç kızlığa bıraktığında da bu sevda tükenmemişti. Aynı
lojmanda yaşadıkları için ve babaları iyi arkadaş oldukları için, çok fazla
zamanı birlikte geçirmişlerdi. Ve devamında da bütün bir hayatı birlikte
geçirmeye karar vermişler, bu kararlarını aileleriyle paylaşmışlardı. Teoman
Albay bu duruma pek sevinmemişti. Çünkü, her ne kadar arkadaşını seviyorsa da,
kendi ailesine göre bir alt seviyede hayat sürdürdüklerini düşünüyordu.
Kısacası bu damat adayının kızına layık olmadığını, kızının şimdiye kadar
sürdürdüğü hayatı ona yaşatamayacağını düşünüyordu. Ama
kızının sevgisi ve kararı karşısında bir şey de yapamamıştı. Tek duası kızının
çok geç olmadan bu gerçekleri görebilmesiydi. Gençlerin isteklerine saygı duyan
aileler güzel bir nişan töreniyle bu kararı sevdikleriyle de paylaşmışlardı. Nişanlandıktan
sonra ilişkilerini gizlemeden rahatça yaşamaya başladılar. Sakin geçen ilk
nişan günlerinin devamında bir şeyler ters gitmeye başlamıştı. Kızı günden güne
daha da mutsuzlaşıyordu. Beklenilenin tam aksine, Teoman Albay’ın alt seviyede
gördüğü bu damat adayı verdiği kararı sorgulamaya başlamıştı. Oysa kızından
beklediği bir şeydi bu. Kızı verdiği kararı sorgulamalıydı. Kızı böyle bir
hayat ve böyle bir aile istemediği kararına ulaşmalıydı. Nasıl olabilirdi bu
tersi durum? Bir erkek, hem de böylesine vasat bir aileden çıkan bir erkek
nasıl olur da onun kızını red ederdi? Teoman Albay’ın kızını reddetmek hangi
erkeğin haddineydi? Vururdu! Ama hiçbir şey yapamıyordu. İki ailenin arası da
iyiden iyiye gerilmişti. Teoman Albay birkaç kez aba altından sopa da
göstermişti damada. Ama sonuçta evlenmek fikrinden vazgeçmişti bir kere oğlan.
Özür dileyerek bu nişanı bozmak istediğini dillendirmişti.
Ve büyük gün gelmişti artık. Nişanın bozulacağı gündü bugün.
Nişan bohçaları ve takılar karşılıklı iade edilecekti. Nefesi sıkışarak
kalkmıştı yataktan Teoman Albay. Sessiz ve huzursuz geçen günün ardından karısı,
bu işi anne kızın halledeceklerini ve onun gelmesini istemediklerini söyledi.
Kocasını çok iyi tanıyordu. Eğer hep birlikte giderlerse o evden sakin
çıkmaları mümkün olmayacaktı. Tartışmaların büyüyeceği ve belki de devamında
hiç istenmeyen şeylerin olabileceği ihtimali kuvvetliydi.
Telefonunu dahi almadan evden çıktı Teoman Albay. Önce uzun
uzun yürüdü Bağdat Caddesinde. Bir yandan içindeki öfkeyle baş etmeye
çalışıyor, o ailenin onları istememesini içine sindiremiyor, bir yandan da
kızının bu geceyi nasıl atlatacağını düşünüp üzüntüden perişan oluyordu. Karısı ve kızı artık bu saatlerde o eve nişan
bohçalarıyla birlikte gitmiş olmalılardı. Yürüdü yürüdü yürüdü. Karnı tok,
iştahı da olmamasına rağmen, üstelik de kalp sorunları ve hem yüksek tansiyon
hem yüksek kolesterol ile savaşırken kendini Lale İşkembecisinden içeriye
girerken buldu.
Etiketler: Acımasız Tanrı, hikaye
Subscribe to:
Kayıtlar (Atom)