30 Nisan 2012

Milena'ya Mektuplar 55



Crematory - Farewell Letter 

Geç olsun güç olmasın atasözümüzün uygulamalı versiyonunu sunuyorum şimdi sizlere.. Tam 1.5 yıl önce bana KaraKitap tarafından gönderilmiş olan mimi geç fakat hiç zorlanmadan itinayla yerine getiriyorum şu anda..

Diyor ki mim: “Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız (ya da hediye gelmiş de olabilir) anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu bloğunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.”


Kütüphanemi daha geçtiğimiz ay yeniden düzenlemişken bu mimi severek yapmamak ne mümkün değil mi :) Malum kütüphanem pek bir düzenli pek bi güzel.. Tek tek olmasa da hangi rafta hangi tür kitaplar var biliyorum. Fıstıkımın da olaya dahil olmasıyla birlikte daha da eğlenceli hale getiriyoruz ve hangi bölümde hani rafta olduğumu anlamamam için Öykü Hanım gözlerimi bir fularla bağlayıp beni bir rafın önüne yürütüyor. Kurgu da, kompozisyon da küçük hanıma ait! :)

Ve sonuç: Milena’ya Mektuplar.. Bende bulunan kitap Armoni Yayınlarından çıkan versiyonu..

55. sayfadaki muhteşem paragrafı yazmadan önce yine kitaptan, Kafka ve Milena arasındaki bu mektuplaşma ve ikisinin arasındaki kırık ilişki hakkında bilgi vermek istiyorum.

Çek asıllı yazar Franz Kafka, 1883 yılında Prag’da doğdu. Ana dili Almanca olduğundan tüm yazılarını Almanca yazıyordu. Milena Jasenska, Kafka’nın değerini anlamış ve onun tüm yazılarını Çekçe’ye çevirmeye başladı. Zaten Milena ile Kafka’nın tanışması da bu yolla oldu. Franz Kafka, ciğerlerinden hastaydı ve bu yüzden de Meran’da yaşıyordu. Milena ise Viyana’da yaşıyordu. İlk başlarda iki arkadaş olarak mektuplaşmaya başladılar. Zamanla bu mektuplaşmalar çok tutkulu bir aşka dönüştü. 3 yıl boyunca birbirlerini görmeden mektuplaşmaya devam ettiler ve sadece 2 ya da 3 kez buluşabildiler. Bu buluşmaların ardından Kafka hep pişmanlık duyardı, çünkü Milena evliydi. Kendisi de nişanlıydı. (Kafka daha sonraları Dora adlı apayrı bir kız ile evlendi.) Milena çok asil bir Çek ailenin kızıydı. Evlendikten sonra kocasıyla hiç mutlu olamadı. Zaten daha sonraları da boşandı. Hitler zamanında iyi bir Yahudi dostu olduğu için toplama kampına gönderildi ve 1944 yılında orada öldü. Kafka Milena’ya göre daha şanslı sayılırdı. Çok hastaydı ama yaşamının sonuna kadar yanında ona deli gibi aşık olan karısı Dora vardı. 
Milena, Kafka’ya yazdığı mektupları 1939 yılında çok yakın arkadaşı W. Hass’a verdi. Hass, bu mektupların tarihsiz olanlarını düzene koymakta çok zorlanmış. Ayrıca mektuplardaki karalanmış ama okunabilen bölümleri kitaba yansıtmamış, yaşayan kişiler hakkında yazılmış yerleri de kitaptan çıkarmış. Ayrıca mektuplardan birkaçının da eksik olduğu anlaşılmıştır. Milena’nın Kafka’ya yazdığı hiçbir mektup ele geçmedi ve bu mektupların ne olduğu da bilinmemektedir.

Bir gün bir yerden çıkar mı diye ümit ediyor insan Milena’nın mektupları için de..

Ve bu kırık eksik hikayenin ardından 55.sayfa dan seçtiğim o müthiş paragrafı yazayım artık:
 “Seni gördüm düşümde bu sabah yine. Yan yana oturuyoruz… Sen itiyorsun beni, ama kızmadan, gülerek. Üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeğe zorlayan davranışıma üzülüyorum. Sızlanmayan, yakınmayan herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi –hem de bana seslenen sesi- duymadığıma üzülüyorum. Duyamadım mı dersin? Duymuş da olsam, karşılık veremedim ya!” 

Sersemletici değil mi.. Kafka birkaç satırlık mektubunda aslında ne kadar çok susuyor ve ne kadar çok konuşuyor..


Ve 55. sayfa paragrafları mimi için merakla kitaplarını beklediğim arkadaşlar:

Stepan
Zoitsa
Sabinam
Buket

Ve blogu olmayan arkadaşlarım.. sizlerin kitaplarını da merakla bekliyorum..

26 Nisan 2012


Karen O & Trent Reznor & Atticus Ross - Immigrant Song


Orijinal Adı: The Girl With The Dragon Tattoo
Yönetmen: David Fincher
Yıl: 2011
Başlangıç sahnesi: Her yıl olduğu gibi yine adsız ve pulsuz olarak hediye gelen, kurumuş çiçeklerden oluşan bir tablo..
Hikâye: 40 yıldır kayıp olan bir kadını aramak için biraraya gelen iyi bir gazeteci ile genç ve gizemli bilgisayar korsanının hikâyesi. Aynı adlı romandan uyarlama ve İsveç yapımı orijinal filmin yeniden çevrimi.
Yer : Stockholm - İsveç
Karakterler:
Mikael Blomkvist (Daniel Craig): Millennium Dergisinin yazı işleri müdürü. 45 yaşında.
Lisbeth Salander (Rooney Mara): Kadın düşmanlığıyla ve Nazilerle mücadele eden biseksüel bir hacker. 23 yaşında.




İsveç yapımı orijinal filmin üzerinden daha iki yıl geçmişti ki yeniden çevrildiğini öğrendim Stieg Larsson’un Millennium Üçlemesinin ilk romanı olan Ejderha Dövmeli Kız’ın. Bu kadar kısa zaman aralığında bir filmin yeniden çevrilmesini anlamadığım gibi bugüne kadar da orijinalinden daha çok beğendiğim olmamıştır. Aklıma gelen son örnek Let The Right One In’in yeniden çevrimi olan Let Me In. Tamam Let Me In’e çok kötü diyemem ama neden? Neden yeniden çekildi? Ne tür bir yenilik sunuldu biz izleyicilere? Farklı ne bulduk? Hiç.!


Ve fakat bu kez yeniden çevrimi gerçekleştiren yönetmen David Fincher’dı! Sevdiğim yönetmenler sıralamasında ilk üçte olan adam. Se7en’da Delilik, Oyun’da Paranoya, Dövüş Kulübü’nde Nihilizm, Panik Odası’nda Hırs, Zodiac’ta Saplantı, Sosyal Ağ’da İntikam gibi hep karanlık temalara odaklanan başarılı yönetmen! Ben Ejderha Dövmeli Kız’ı –hatta üçlemenin tamamını- çok sevmiştim. Şimdi sevdiğim hikâyeyi, sert ve kötümser filmlerin yönetmeninden izleyecektim. “Daha sert, daha karanlık, daha görkemli” diye de reklamı yapılınca beklentim tavan yapmıştı açıkçası.


Yönetmen koltuğunda David Fincher, senarist koltuğunda da Steven Zaillian olunca ve orijinal filmin üzerinden sadece 2 yıl gibi kısa bir süre geçtiğinden dolayı beklentilerimi bunca yükselttiğim için ben miydim suçlu diye düşündüm sinemadan çıktığım an. Çünkü gerçek bir hayal kırıklığı oldu benim için. Led Zeppelin’in iç gıcıklayan şarkısı Immigrant Song’un Karen O, Trent Reznor ve Atticus Ross’un yorumu eşliğinde nefesimi kesen bir jenerik (mutlaka izleyin) ile başlayan film; “keşke film de jenerik kadar nefes kesici olsaydı” dedirtti. Evet, film benim için bir düş kırıklığı oldu. Belli ki Fincher orijinal filme hayran olmuş ve hiçbir değişiklik ve yenilik yapmamış. Ne hikâyenin anlatımında, ne mekânlarda, ne de atmosferde bir değişiklik yoktu. Sadece daha temiz ve güçlüydü atmosfer. Fincher’in özel filtrelerle yarattığı atmosfer entrikaları destekliyor, görüntüyü sağlamlaştırıyordu. Ama bu büyük resmi etkilemiyordu. Ekstra bir done bile vermiyordu hikayeye dair. Farklı bir atmosfer sunmuyordu.
Sadece bir “yeniden çevrim” işte! Olaylar yine İsveç’te geçiyor, yine İsveçli karakterler var. Ama bu İsveç’te geçen hikayede, İsveçli kahramanlar İngilizce konuşuyorlar!?!?!?!?!?!?


Aslında değişiklik yok demem çok da doğru değil. Fincher filmde bir şeyi değiştirmiş, tek bir şeyi değiştirmiş. Lisbeth Salander’i. Bütün dünyada fenomene dönüşen kadın karakterini.. Ama değişiklik öyle kötü bir yönde olmuş ki, karakteri yıkmış resmen. Duyguları alınmış bir insanı andıran Lisbeth Slander, bu kez başka biri olarak duruyor karşımızda. Tam bir anti-sosyal, uyumsuz, hiç kimseye güvenmeyen, yaşamak için yemek yiyen, güdüleriyle sevişen, yaşamla barışamayan, itici, gerçekten sorunlu bir karakter olan Lisbeth, bu kez daha “zayıf” ve duygularına yenik düşüyor!?! Mikael ile seviştikleri gecenin sabahında kahvaltı hazırlamak da neyin nesiydi allaşkına?? Açıkçası Fincher karakterleri oldukça romantikleştirmiş. Karakterlerin birbirlerine olan mesafeleri kısalmış. Olmamış! Lisbeth fazlasıyla yaralı bir karakterdi. Ve derin yaralar bir canavar ortaya çıkarmıştı. Onun duyguları yoktu. Romantiklik de nereden çıktı? Adamla bir kez sevişti diye ona güvenecek, yaklaşacak ve hatta umutlanacak bir karakter hiç değildi!


Oyuncu seçimlerine gelince.. Daniel Craig iyi bir seçim tamam, Mikael Blomkvist karakteri için. Ama Rooney Mara olmamış. Olmamış derken Mara’nın oyunculuğuna laf etmiyorum. Oyunculuk olarak baktığımda gayet başarılı. Sorun şu ki ne kadar deforme edilmeye çalışılırsa çalışılsın Lisbeth karakteri için bir miktar “güzel” kaçıyor. Orijinal filmde Noomi Rapace tam bir Ejderha Dövmeli Kızdı. Noomi Rapace eşsiz nüanslarla canlandırmıştı Lisbeth karakterini.


Yeniden çevrim Ejderha Dövmeli Kız'ı izledikten sonra orjinaline karşı olan hayranlığım daha da arttı. Ve zamanında yazmak isteyip de her şey gibi ertelediğim yazımı yazmaya karar verdim. Bu yazımda o yüzden filmin konusuna ve hikaye örgüsüne girmedim. Sadece Fincher’in yeniden çevrimini eleştirip, sonraki yazımda orijinal filmi ve konusunu anlatacak olmam biraz tersten bir gidiş oldu ama bu seferlik de böyle olsun:)


Son olarak.. Orijinal üçlemeyi daha önce izlemeyen birisinin gözünden bakıldığında bu film, oldukça başarılı. İlgiyle izlenen, son derece temiz bir film. Atmosfer çok başarılı. Ama..
Ama ne gerek vardı? Neyi değiştirdi? Niye 2 yıl aradan sonra çekildi? Yenilik nerede??


Fragman: