30 Mayıs 2011

.


CUSTARD - SEND ME AN ANGEL


Onun romanlarını okurken bir el hep yüzünüzde gezinir gibidir. Yumuşacık ama güçlü bir el. Yüzünüz sıcak ve güzel kokulu bir avucun içindedir. Gözlerinizi kapatırsınız. Kendinizi o ele bırakırsınız. Üstelik az sonra o elin yavaşça aşağıya doğru ineceğini bildiğiniz halde. Yavaşça aşağıya inip boynunuzu kavrayacağını bilirsiniz. Boynunuzu kavrayıp sizi nefessiz bırakacağını… Bilirsiniz bilmesine de yine de kıpırdayamazsınız, gitmek istemezsiniz, kaçmak istemezsiniz. Çünkü öyle güçlüdür ki kelimeleri, olduğunuz yere mıhlar sizi. El yavaşça alnınızdan gözlerinize iner. Usulca yaşlarınıza dokunur. Islak avucuyla devam eder yoluna. Yanaklarınızdan serin bir su damlası gibi geçer gider. Artık kıpırtısızca boynunuza ulaşacağı anı beklersiniz. Onun kelimeleri sizi beklenmedik bir ölümle sarmaz, aksine saniye saniye beklediğiniz bir ölümdür. Öyle keskindir ki kelimeleri çığlık bile atamazsınız. Ölürsünüz.


Margaret Mazzantini’nin kelimeleriyle bir kez tanıştıktan sonra, sizi artık hiçbir şey ondan koparamaz. Onun kelimelerden yarattığı o büyülü dünyanın sizi öldüreceğini bilseniz dahi, nefesinizi tutup okumaya devam edersiniz.


Benim Mazzantini ile tanışmam 2007 yazında dilimize çevrilen ilk romanı Sakın Kımıldama ile olmuştu. İtalya’nın en önemli dört edebiyat ödülünü birden alan Sakın Kımıldama, insanın acıyla insanlaştığını anlatan unutulmaz bir romandır. Yıllardır diğer kitaplarının da dilimize çevrilmesini bekliyordum. 15 dile çevrilen ve yine 2009 Primeo Cambiello ödülünü alan son romanı nihayet Türkçeleştirildi. Mükemmel bir kapak tasarımı ile ciltli 600 sayfalık bir kitap: SEN DÜNYAYA GELMEDEN





Kitabın arka kapak yazısında şöyle diyor: “Sen Dünyaya Gelmeden aşk ve savaş, şiddet ve aile sırları üzerine etkileyici bir roman, annelikten mahrum kalmış bir kadın ile vicdanının sesinden kaçamayan bir adamın hikâyesi… Tıpkı gerçek aşklar gibi, tutkulu ve kusurlu…”

Evet gerçekten de öyle tıpkı gerçek aşklar gibi tutkulu ve kusurlu. Kusurlu yanlarıyla canınızı acıtırken, tutkulu yanlarıyla sarsıyor. Tıpkı gerçek aşklar gibi “acı” her daim yüreğinizi kuşatıyor.


Bu roman sizi inanamayacağınız kadar büyük acılara boğuyor. İnsan bile bile acı çeker mi? İnsan bile bile kendine acı çektirir mi? Evet. Kelimeler Mazzantini’den çıkıyorsa Evet. Böyle bir edebiyat şaheserini bulmak gerçekten büyük bir keyif çünkü. Romanın içine girip kayboluyorsunuz. Bir sarhoşluk hali içinde savruluyorsunuz. Mazzantini’nin imgelemi öyle güçlü öyle güçlü ki, kitap okumuyor yaşıyorsunuz. Siz de Diegonun Gemmaya duyduğu o muhteşem aşkı yaşıyor, Gemmanın anne olamamasının içinde yarattığı fırtınalarda savruluyor, Goykonun savruk hayatının içindeki ince güzelliklere sarılıyor, Saraybosnada savaşın tam ortasında ateş hattında bir mermiye denk gelmeden ayakta kalmaya çalışıyor, Aska’nın dik başlı kuzu dansında yitip gidiyor, Bosna savaşının yıkıntılarının arasında dağılıp kana karışıyorsunuz..


“Ateş hattında koşmak, sonradan yıkıntıların arasında dolaşmaktan daha kolaydı.” deyiveriyor satır aralarında. Birden savaşın biten soğuk ve gri yüzünü görüyorsunuz karşınızda.


Belki de romanlarının bir şahesere dönüşmesinin altındaki en büyük güç Mazzantini’nin dilidir. Çok güçlü bir imgelemi olduğunu söylemiştim. İmgelemlerin dışında, dilinin lezzetine bir de detaylı anlatımı ekleniyor. Romandaki kahramanları da, mekanları da, yaşananları da, en ufak bir detayı bile atlamadan gözünüzde canlandırıyor ve sonra içine yerleşiyorsunuz. Hemen romandan birkaç cümle ile örnekleyeyim ki, Mazzantini’nin imgelemi nasıl da güzel kullandığını anlayın.

Bu cümlede sadece ve sadece üzerindeki eteği tasvir ediyor: “Diz altı, sert kumaşlı; sivri ucu olmayan, acısız, arzusuz bir hayatın yumuşaklığına teslim olmuş aile kızı eteğim var üzerimde.” ... Evet sadece bir eteği bile böyle tasvir ediyorsa, varın gerisini siz düşünün!

Sonra Bosna’yı anlatıyordu; “Bu şehir cebimiz gibi, karanlıkta elimizi soktuğumuz ve derinden gelen sıcaklığını hissettiğimiz bir cep.”…

Ve bir müziği tasvir ediyordu; “İç organlarını ters çeviriyor, üstlerinde dans ediyor, sonra da onları eski yerlerine, karnına geri sokuyorlar..”…

Ya korkuyu imgelediği cümle; “Korku bacaklarımı felç ediyordu, uzun bir çivi gibi sırtıma saplanıyordu.”…


Gemma İtalyan bir güzel, Diego Cenovalı bir fotoğrafçı, Goyko Bosnalı bir şair ve Aska trompet çalan genç güzel kız.. Bu dört ana karakterin etrafında, yan karakter diyemeyeceğim kadar güçlü altı yedi karakter daha mevcut. Kitabın ilk üçyüz sayfası sakin ve akıcı bir şekilde ilerliyor. Bu üçyüz sayfada tüm karakterleri detaylarıyla tanımış oluyoruz. Ve belli bir rüzgara kapılmış gibi, yaralanmadan, savrulmadan, usulca ilerliyoruz. Nereye? Savaş alanına, ateş hattına, yıkıntıların ortasına. Acıyı, nefreti, aşkı, tutkuyu, hüznü, sevgiyi, merhameti, kızgınlığı, kısacası içinizdeki her duyguyu havalandırıp birbirine karıştıracak bir roman Sen Dünyaya Gelmeden. Bir dönem çok sevdiğiniz Gemmadan bir dönem ölesiye nefret ediyorsunuz. Bir dönem çok kızdığınız Askaya bir dönem sonra acıyorsunuz. “Olmaz böyle büyük bir aşk” dedirten Diegoya önce hayran kalıyor, sonra nefret ediyor, bir dönem sonra “ama ama” demeye başlıyorsunuz. Kimin kuzu kimin kurt olduğuna asla karar veremiyorsunuz…


Üçyüz sayfayı devirdikten sonra artık romanın dibine sürüklenmiş ve diplerdeki tüm karanlık köşelere dokunurken buluyorsunuz kendinizi. Zaman zaman kitabı elinizden fırlatıyorsunuz. Çünkü resmen güçsüz düşürüyor sizi. Güçsüz kalıp o anda daha fazla devam edemiyorsunuz. Kitabı fırlatıp küfürler savuruyorsunuz. Gemmaya da, Diegoya da, Askaya da, Goykoya da, savaşa da, hayata da, kadere de… Ağlıyorsunuz. Hem de hıçkıra hıçkıra. Ağlıyorsunuz salya sümük. Duvarları yumrukluyorsunuz. Ne yaparsanız yapın geçmiyor, içinize çöreklenip kalıyor o tıkanma hissi. Sonra dayanamayıp yine alıyorsunuz kitabı elinize. Ağlaya ağlaya devam ediyorsunuz. İnsanın dayanamam dediği büyük acılara nasıl katlandığını, nasıl hayatta kalabildiğini, acıyı nasıl hapsettiğini okuyorsunuz.. Saçlarınız bile ağlıyor…

Acı içinde yüzüyordum. Beni incecik bir zar hayatta tutuyordu. Tıpkı sudaki yapraklarda yaşayan böcekler gibi, yerle bağlantım kesikti. Benim içimde de gözle görülemeyecek kadar küçük patlamalar oluyordu. Ara sıra bir mememi, bir ayağımı ya da omzumun bir kısmını hissetmez oluyordum… onlar Diego’nun dokunduğu bedenimin parçalarıydı, onun üzerime koyduğu elinin düşüncesi… O parçayı doğallıkla, dişçinin dişetlerine yaptığı gibi uyuşturuyordum.

Aslında kitap soru işaretleri barındırmıyor içinde. Okurken tüm taşlar yerli yerine oturmuş gibi ilerliyor kurgu. Her şeyi biliyorsunuz, her şeyi anlıyorsunuz, ve hiçbir ikileme dahi düşmeden yapbozu tamamlıyorsunuz. Kızdıklarınız ve üzüldükleriniz ile beraber sona doğru ilerliyorsunuz. Ve kitap beşyüz sayfayı deviriyor böylece. Sonra ne mi oluyor? Aklınıza hayalinize gelmeyecek şeyler oluyor. Tamamladığınız yapbozda tek bir parçanın bile doğru yerinde olmadığını anlıyorsunuz. Şimdi her şey paramparça. Şimdi her şey parçalandı. Önünüzde bambaşka bir yapboz var artık. Ve aslında kimseye kızamıyorsunuz. Sadece ağlıyorsunuz. Hepsi için bu kez. Hepsi için.. Aska’nın acısı üzerinize yapışıp kalıyor. Dilsiz bir acının kaderinde takılı kalıyorsunuz…


Mazzantini’nin muhteşem dilinden, güçlü imgeleminden, kelimelerinin büyülü dünyasından sonra sizi ters köşeye fırlatan KURGU gücünün karşısında saygıyla eğilip öyle kapatıyorsunuz kapağı.


Ve bu kitaptan sonra uzun zaman elinize yeni bir roman alamıyorsunuz. Bir şaheserden sonra bazen her şey yavan gelir ya hani.. İşte öyle.. Uzun zaman Askayla, Diegoyla, Gemmayla, Goykoyla yaşıyorsunuz. Öyle ki artık nerede bir ışıklı spor ayakkabı görseniz yüreğiniz sıkışıyor.. 
Deniz susuyor, biraz daha gece yutuyor…

23 Mayıs 2011

Bir Garip Aşk



TIAMAT - LOVE IN CHAINS


Birbirine görünmez bağlarla tutunmak gibiydi..
Dışarıdan bakan gözlerin göremeyeceği, kimsenin el uzatamayacağı bir kalın urgan gibi..
Birbirlerinden uzakta ama, birbirlerine sokulamadan, birbirlerine dokunamadan, buna rağmen birbirinden hiç kopmadan yaşayıp durdukları bir garip aşktı en nihayetinde..
Kimdi özgür olan, kimdi yerinden kıpırdayamayan.. yoktu önemi..
Ne dalgalar, ne de rüzgarlar çözebildi o bağı, ne de başka insanların elleri..
Kimseler anlamadı, kimseler görmedi..
Anlamak için, onların bağlarının derinliğine dalmak gerekliydi..
Bir garip aşktı, güneşin ışıklarının denizle birleştiği yerler gibi göz kamaştırıcıydı, bir tek yaşayanları bildi..

Bursa Fotoğraf İmece Topluluğu'nun "Griye Veda Renklere Merhaba" Projesinin 18. etap sergisi Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Lisesi'nde 25 Ocak 2011 Salı günü, saat 10:00'da yapılan törende açılış konuşmaları ve düzenlenen kokteyl eşliğinde açıldı. Yıldırım İlçe Milli Eğitim Müdürü Sn. Sebahattin Gençel’in, Okul Müdürü Sn. Uygar Umut ve Burfot Adına Sn. Hüseyin Ceylan’nın yaptığı konuşmalardan sonra, Okul tarafından teşekkürler plaketi BURFOT adına Hüseyin Ceylan tarafından kabul edildi.
Daha nice okulların renklenmesi adına, nice projelere..

16 Mayıs 2011

ELIZABETH TAYLOR
(27 Şubat 1932 – 23 Mart 2011)



VAYA CON DIOS - WHAT'S A WOMAN


70 yıla 50 film sığdıran, iyi oyunculuğu ve güzelliğinin yanı sıra evlilikleriyle, seçkin ve kaliteli yaşam tarzıyla ve tutkulu karakteriyle ünlü, efsane aktris Elizabeth Taylor, olaylı aşkı Richard Burton’ın yazdığı 27 sene başucundan ayırmadığı ve kimseye okutmadığı mektubuyla beraber gömüldü.

Ünlü aktör Richard Burton 2 Ağustos 1984 tarihli bu mektubunu beyin kanaması geçirip ölmeden bir gün önce postalamış ve Liz Taylor da mektubu cenazeden döndüğünde posta kutusunda bulmuştu. Yıllarca başucundan ayırmadığı bu mektubuyla gömülmek de son vasiyeti idi.


27 Şubat 1932’de aslen Amerikalı olan ve sanat galericiliği yapan bir ailenin ikinci çocuğu olarak Londra’da dünyaya geldi. Büyükannesi Elizabeth Mary Rosemond’un adının verildiği ünlü aktris, ailesinin kökeni nedeniyle Amerikan, İngiltere doğumlu olması nedeniyle de İngiliz vatandaşlığına sahipti. Liz Taylor 8 yaşına kadar Londra’da yaşadı. II. Dünya Savaşının ilk gerilimleri Londra’da hissedilmeye başlanınca, savaştan uzaklaşmak amacıyla Amerika’ya Los Angeles şehrine taşındılar.

Taylor’ın henüz 9 yaşındayken keşfedilmesi, bir aile dostlarının onu ekran testine katılması için ikna etmesiyle oldu. Universal Stüdyolarında teste giren küçük Taylor, testi geçti ve sözleşme imzalandı. Liz’i beyaz perdeyle buluşturan ilk sinema filmi, 1942’de çekilen “There’s One Born Every Minute” oldu. Bu ilk ekran deneyiminde Taylor, sadece 10 yaşında idi.

Lisa, 1940 lı yıllar boyunca, ardı ardına başarılı projelerde yol aldı ve oyunculuk alanında kendini epey geliştirdi.

1950 li yıllarda ise, bir yandan oyunculuk kariyeri hızla yükselirken, bir yandan da özel hayatı şekillenmeye başladı. Lise diplomasını eline aldığında, henüz 18 yaşındaydı ama milyoner Howard Hughes ile aşk yaşıyordu. Aynı yıl Howard’dan ayrılan Elizabeth, Hilton otellerinin varisi Conrad Nicky Hilton ile evlendi. Bu evlilik dünya çapında ses getirdi. Dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak anılan Elizabeth Taylor oyunculukta sürekli artan grafiğiyle, artık haftada 5.000 dolardan fazla kazanan popüler bir oyuncu haline gelmişti.

1990 lı yıllara kadar hayatına 50 film, 2 Oscar ödülü, 8 evlilik ve 4 çocuk sığdıran Taylor’ın son sinema filmi, 1994 çekilen “The Flintstones” oldu. 1997 yılında beyin tümörü sebebiyle ameliyat oldu. 1999 yılında, İngiltere kraliçesi II. Elizabeth tarafından DBE (kadınlara verilen bir tür şövalyelik nişanı) ile ödüllendirildi. 2001 yılında da ABD Başkanı Bill Clinton’ın talebiyle Vatandaşlık Madalyası’nın sahibi oldu.

2004 yılından beri konjestiyonik kalp yetmezliği olan Taylor, 5 kez kalçasını kırmış, beyin tümörü operasyonu ve cilt kanseri geçirmiş, iki defa da hayati tehlikeye yol açabilecek zatürre nöbeti atlatmıştı. Geçirdiği bir ameliyat sırasında tıbbi anlamda 5 dakika ölü kalan Taylor, yaşadıklarını şöyle anlatmıştı: “Michael Todd’un (uçak kazasında kaybettiği 3. eşi) ruhuyla karşılaştım. Ben de onunla burada kalmak istediğimi söyledim, fakat o bana dünyaya geri dönmem gerektiğini ve daha vaktimin gelmediğini söyledi. Onun aşkı ve sevgisi beni tekrar yaşama döndürdü.”


Elizabeth, sanatsal başarılarının yanı sıra, toplumsal birçok projede de yer aldı. Özellikle AIDS ile savaşma amacına yönelik her türlü yardım kampanyasını destekledi. Yakın arkadaşı Rock Hudson’ın ölümünden sonra Amerikan AIDS Araştırma Fonu’nun kurulması için büyük çaba sarfetti. Daha sonraları “Elizabeth Taylor Aids Fonu” adıyla kendi kuruluşunu oluşturdu.

Taylor, Kabala inancını hayat felsefesi olarak seçti ve Kabala Centre’ın üyesi oldu.

Menekşe gözlü güzelin yaşamındaki en büyük tutkusu, dünyanın en değerli taşı olan elmastı. Özellikle Richard Burton ile evliliği döneminde bu tutkusunu koleksiyoner olarak devam ettirdi. 2002 yılında mücevher koleksiyonunu ve elmas tutkusunu anlattığı “My Love Affair with Jewelry” adlı bir kitap yazdı. 2005 yılında kendine ait bir mücevher dükkanı açtı. Bunun ardından, “Passion”, “White Diamonds” ve “Black Pearls” adını verdiği parfümleri piyasaya sürdü.

Hollywood sinemasının altın çağının son büyük oyuncularından Elizabeth Taylor, 23 Mart 2011’de 79 yaşında hayata gözlerini yumarken 4 çocuğu da hastanede yanındaydı. Oğlu Michael Wilding ölümünün ardından “Annem tutkularını, aşkla ve mizahla yaşadı. Hayatı dolu dolu yaşayan olağanüstü bir kadındı. Bizlere hep ilham verecek” diye konuştu.



ÖDÜLLERİ

BAFTA Ödülleri En İyi Kadın Oyuncu: 1966 Who’s Afraid of Virginia Woolf?
Akademi Ödülleri En İyi Kadın Oyuncu : 1960 BUtterfield 8 ve 1966 Who’s Afraid of Virginia Woolf?
Altın Küre Ödülleri En İyi Kadın Oyuncu – Drama : 1959 Suddenly, Last Summer
Cecil B. DeMille Ödülü : 1985 Lifetime achievement


EVLİLİKLERİ

Özel hayatıyla da gündemden hiç düşmeyen Taylor, sekiz kere evlendi. Sekiz evliliğinin ikisini Galler’in İngiliz oyuncusu Richard Burton ile yaptı. Son evliliği ile ise tüm dünyayı salladı. Kendisinden 20 yaş küçük, kadın dövmekten hapse giren, on parmağında poker kartı taşıyan inşaat işçisi Larry Fortensky ile 1991 yılında evlenen Taylor, nikah yeri olarak Michael Jackson’un Neverland Çiftliği’ni seçti.

Conrad Hilton Jr. (1950-1951)
Michael Wilding (1952-1957)
Mike Todd (1957-1958)
Eddie Fisher (1959-1964)
Richard Burton (1964-1974)
Richard Burton (1975-1976)
John Warner (1976-1982)
Larry Fortensky (1991-1996)

Liz Taylor, hayatın tadını sonuna kadar çıkarır. Seçkin bir hayat sürdürmeyi sever, yemeyi ve içmeyi sever, süs eşyalarına bayılır, şahane bir mizah duygusu vardır, katıla katıla gülerken sesi yüzlerce metreden duyulur.



1990 lı yıllarda hatırlarsanız gençler Elizabeth Taylor’ı daha çok Michael Jackson’ın yaşlı arkadaşı ya da tekerlekli sandalyeye mahkum çatlak kadın olarak tanıyordu. Oyunculuğu küçük görülüyor, yeterince ciddiye alınmıyordu. İnsanlar Taylor’ı klasik filmler yeniden popüler olunca tanımaya başladı. Bir oyuncu olarak gücü, elde ettiği başarının görkemi böylece anlaşıldı. Profesyonel oyunculuk hayatı çoktan bitmiş olsa da Taylor yeniden saygın bir oyuncu haline geldi. Taylor bugün beyazperdede görmenin imkansız olduğu belirli bir kadınlık türünü temsil ediyordu. Hemen bu noktada Camilla Paglia’nın, Elizabeth Taylor’ı bir çeşit ön-feminist olarak adlandırdığı makalesindeki sözlerine yer vermeliyiz: “Onda, feminizmin bir türlü açıklayamadığı halde sürekli olarak yok etmeyi denediği bir cinsel kuvvet var. Delilah, Salome ve Truvalı Helen gibi efsanevi kadınların düzen bozma yetisine günümüzde artık sadece Elizabeth Taylor gibi starlar aracılığıyla tanık oluyoruz. Feminizm, femme fatale kavramını kadın düşmanlığına dair bir klişe sayarak bize unutturdu. Oysa bu kavram gerçekte kadının cinsellik denen diyardaki ezeli ve ebedi hükümranlığının simgesidir.”



Ve bir söyleşisinde Elizabeth Taylor’ı anlatmaya devam ediyor Camilla Paglia;
Laurence Oliver’dan sonra ortaya çıkan en büyük Shakespeare aktörü olduğu söylenen Richard Burton, kamera karşısında rol yapmak konusunda Elizabeth Taylor’dan çok şey öğrendiğini söylemiştir. Sinema oyunculuğu zordur. Göz kapağındaki ufacık bir seyirme, devasa bir eylemdir perdede, tam da bu yüzden Liz Taylor çok büyük bir oyuncudur. Eğitimli olmadığı için teknik eksikleri vardır elbette. Yüksek sesle konuştuğunda sesi biraz cırlar. Ve “Who’s Afraid of Virginia Woolf” filmindeki Martha karakterine uysa da Cleopatra rolünde bir parça sırıtabilir bu. Ama kimin umurunda? Taylor, lezzetli, sulu olgun bir meyvedir. Hayatın tadını sonuna kadar çıkarır. Seçkin bir hayat sürdürmeyi sever, yemeyi ve içmeyi sever, süs eşyalarına bayılır, şahane bir mizah duygusu vardır, katıla katıla gülerken sesi yüzlerce metreden duyulur.

1950’ler Amerika’sında sarışınlar saf ırktan sayılırdı. Doris Day, Debbie Reynolds ve Sandra Dee gibi neşeli sarışınlar ortalığı istila etmişti. Ve karşılarında Elizabeth Taylor vardı, esmer, etnik görünümlü ve göz kamaştırıcı. Yahudi, İtalyan, İspanyol hatta Faslı gibiydi. Kültürler üstüydü. Sarışın liseli kızların ve ponpon kızların üstünlüğüne son verdi.

Taylor’ın yaşama içgüdüsü müthişti. Tüm o trajedilerden ve ölüm tehlikesinden kurtulduktan sonra acısıyla oyunculuğunu büyüttü. 1961 yılında Londra’da zatürreeden ölmek üzereydi. Sedyedeki görüntülerinden ve gırtlak ameliyatlarından sonra dimdik ayağa kalkıp Oscar törenine ödülünü almaya gitmişti. Göğsü ve boynu açık bir elbiseyle sahneye çıktı. Boynunda bandaj yoktu, yara bandı bile yoktu. Herkes yarasına bakarken O, kırık hışırtılı bir sesle “Çok teşekkür ederim” dedi. Müthişti.


O aldığı kadarını veren kadınlardandı. Hiçbir erkek ona hükmedemezdi. Bir an bile! Fakat erkeklerin çıtkırıldım, bağımlı tipler olmalarından da hoşlanmazdı. Güçlü erkekleri severdi. Taylor, yeteneğinin yanı sıra, gustosu ve ateşi olan bir aktris. Hollywood’da onun gibi kimse yok artık.

6 Mayıs 2011

Annelik Hissetmektir



ZAZ - LES PASSANTS


“Ne zaman bir kadın bedeninin bir başka canlı dünyaya getirebilme gücü olduğunu düşünsem, kendimi çok küçük hissediyorum. O yedikçe bedeni bir laboratuar gibi bir birey yaratıyor. Bu mucizeye ne ad verilir?” diyor Fabio Volo, şu an okuduğum dilimize çevrilen son kitabı “Dünyada Bir Yer” de..
O bir erkek yazar ve inanılmaz bir şey olarak görüyor yeni bir canlıyı vücudunda büyütmeyi..
Bu mucizeye ne ad verilir diyor?
Gerçekten de bu tam anlamıyla bir mucize ve bu mucizenin de adı da: ANNELİK..



Herkes tarif etmeye çalışır anneliği, herkes anlatır kendince..
Kimine göre Annelik; çocuğuna kurabiye pişirmek, okula balkondan el sallayarak uğurlamak, kimine göre Annelik; çocuğunun karnını tok sırtını pak tutmaktır.. Kimine göre ise annelik bütün hayatından vazgeçmektir.
Bunlar aslında hiç anne olmamış insanların düşünceleridir.
Çünkü gerçekte anne olan herkes bilir ki aslında Annelik Yaşamaktır!
Annelik, çocuğunla birlikte yeniden doğmak ve yaşamı onunla birlikte yeniden anlamlandırmaktır.
Annelik bütün zorluklara rağmen çocuğunun yanı başında ayakta dimdik durabilmektir..
Annelik Hissetmektir! ve bunu sadece anne olduğunuzda anlayabilirsiniz.


Ne kadar zorlu bir yol olursa olsun Annelik, her anı tadına doyulamayacak kadar güzel..
Bu güzel yolculuğun tadını çıkarmalarını dileyerek bütün annelerin anneler gününü kutluyorum.



Gezgin dergimizin Mayıs sayısında editör yazım böyle başlıyor..

Bana hayatın anlamını öğrettiği için canım kızıma, bana harika bir örnek olduğu için canım anneme bir kez daha teşekkür ediyorum..

Seçtiğim şarkı Fıstıkımla birlikte bu ara çokça dinleyip evin içinde dans ettiğimiz şarkı..
Tadını çıkarın.. :)