28 Nisan 2011

2 Günlük Doping

.


MAROON 5 - MISERY


“Anne sen bir pop konserine mi gidiyorsun” diyerek dalga geçti kızım benimle, yola çıkma öncesinde.. “Tam olarak pop değilmiş” gibi şeyler gevelesem de asıl konuyu ikimiz de biliyorduk: Böğürmüyordu bu grup:) "Hem cumartesi akşamı Şebnem’de acısını çıkarırım" dedim :)


Eğlenmeye ve keyif almaya odaklı ruhumla, 2 günlük dopdolu bir plan ile düştüm yollara.. cuma akşamı Maroon 5 konseri, cumartesi tüm gün festival kapsamında İstiklalde sinemalarda, cumartesi akşamı Şebnem Ferah konseri, pazar günü yine sinema ve pazar akşam evime dönüş..


Hayalimde, Nilüfer Turizmin otobüsüne binip, koltuktan uzanıp dergimi alıp okumak ve bu tuhaf ilginç heyecanı yaşamak vardı ama bilet bulamadım:) Vasat bir firmayla gitmek zorunda kaldım ama kulağımda Rammstein varken bana her yol cennet:)


Akşamüstü kardeşime ulaştım, o da işten erken çıkmıştı. Hasret giderdik. Ben kardeşimi çok seviyorum, çok da özlüyorum..



Bir paket içinde; müzik, kitap ve film göndermiştim ben Rehaya.. O da beni temmuz sonuna kadarki tüm konserlere davet etmişti.. Gerçek değil gibiydi.. öyle miydi böyle miydi, derken bir sabah mailimi açtığımda bütün konserlere iki kişilik biletlerimizin alındığını okuyordum.. İki rockseverdik.. O yıllarını yurtdışında geçirmiş ve geçen yılki Sonisphere i kaçırmış biri olarak acısını çıkarmak istercesine tüm konserlere evet temmuz sonuna kadar tüm konserlere biletlerimizi almıştı.. Bana kalan sadece zaman yaratıp gidebilmekti..


Ve ikimiz de neredeyse hiç dinlemediğimiz bir grupla açılışı yaptık bu yılın konser maratonuna:Maroon5:)



Sadece birkaç şarkısını bildiğimiz grubu sahne önünden dinlemek üzere yerlerimizi almıştık Cuma akşamı. Kuruçeşme Arenaya ilk kez gidiyordum ben.. Hava inanılmaz soğuktu, ve konser alanı Boğazın dibindeydi.. Kardeşimin tavsiyesiyle iki kalın kazak giymiştim içime, kaz tüyü montum da rüzgarın içime işlemesine izin vermiyordu. Ve hepsinden öte kanı kaynayan heyecanlı gençler ile dopdoluydu ortalık.. Kalabalıktı.. Biz ancak yaşlılar grubuna girebilirdik onların arasında :)


Konserin başlamasını beklerken, sadece This Love ve She Will Be Loved şarkılarını bilen ben, Reha’ya sordum “sence hangi şarkıyla açılış yapacaklar” diye.. “Bilmem, Misery olabilir belki” dedi bana ama sanki başka şarkısını zaten bilmiyormuş gibi bir duruşla :) Ve sonra ışıklar yandı.. grup sahnede yerini aldı, ve acayip yakışıklı bir eleman eline mikrofonu alıp “ooo yeee” diye koşmaya başladı..



Adam’mış o.. güzel yüzü ve beresiyle.. Keyifliydi konser, sahne güzeldi, biz çok yakındık. İlk şarkının ortasına doğru nakarat kısmı gelince Misery dediğini duyduk Adam’ın, ve Rehayla aynı anda birbirimize dönüp “aaaa Misery ymiş buuu” diye şaşkın şaşkın gülüştük..


Konser genel olarak iyiydi.. süper harika değildi ama iyiydi.. Baterist muhteşemdi !!, Adam yakışıklıydı, This Love şarkılarını süper söylediler.. Kuruçeşmenin yeri de harikaydı.. Eğlendik.. Deniz yoluyla gitmiştik, yine deniz yoluyla döndük..


Geceyi kardeşimle sohbet ederek geçirdim. Tabi ki ana konumuz muhteşem dergi Gezgin di :)


Cumartesi öğlene doğru uyanıp kahvaltıları yapıp çıktık evden kardeşimle.. Ben Reha ile buluştum.. İyi bir organizatör olduğunu ispatladı kendisi.. Nereye kadar arabayla gideceğiz, nerede deniz yolunu kullanacağız, ne zaman tünel e bineceğiz.. Hepsini itinayla düşünüp planlamıştı.. Ben ilk kez Tünele bindim :) İstiklal de arkadaşlarla buluşup kendimizi sinemaya attık..


Good Neighbours ..

2010/Kanada yapımı olan film ilginç bir seri katil filmi idi. Kurgu ağır ilerliyor, oyunculuklar filmi sırtlıyor ve atmosfer kara komediyi andırıyor.. Jacob Tierney’in bu enterasan filmini de seviyorum..






Çıkışta kardeşimin grubuyla buluşuyoruz, hep birlikte kalabalık bir şekilde bir şeyler içmek üzere oturuyoruz. Yan masamızda Ali Düşenkalkar ile Necip Memili var.. Servis geç kalınca diğer filme yetişmek üzere hiçbir şey içemeden kalkıyoruz..


Kardeşimin de, Gizemin de izleyeceği filmlerde yer yok bu yüzden biz Copacabana’ya giriyoruz; ben, Reha, Gülşah ve insana sürekli kahkaha attıran Alper. Ömrümde gördüğüm ennn büyük sinema salonu burası! Çok görkemli! Marc Fitoussi imzalı bu Fransız filmi, her ne kadar komedi deseler de beni hüzünlendiriyor.. Ergenlikle birlikte birbirinden kopmaya başlamış bir anne-kız ilişkisi.. Çatlak bir anne ve evlenmek üzere olan sakin bir kız.. Kimi yerde anneye hak veriyorsunuz kimi yerde kıza.. Ama işte o birbirilerinden kopuş süreçleri beni fazlasıyla hüzünlendiriyor.. Anne olduğumdan olmalı.. Kızımdan hiç kopmak istemiyorum çünkü.. İlişkimiz hiç bozulsun istemiyorum.. Ergenlik kabusunu kolay atlatabilelim istiyorum.. Neyseki filmin sonu güzel.. Birbirilerine sarılan bir anne kız ile bitiyor..


Çıkışta biz Rehayla yine tünel ve vapur yolu ile Anadolu yakasına geçip yemeğe gidiyoruz. Nefis ve doyurucu bir ziyafetten sonra arabaya atlayıp Bostancıya yol alıyoruz. Araba güzel, Reha iyi bir kullanıcı, günün yorgunluğu çöküyor yavaşça ama bizi bekleyen harika bir konser var..



Geç kalmışız bile. İçerisi tıklım tıklım dolu.. ve burada sahne önü diye bir ayrım da yok.. bu kez tüm risklere girerek makinemi boğazımda içeri sokabiliyorum :) Ve Şebnem Ferah ayağında kırmızı rugan ayakkabılar, siyah sırtı açık bir elbise, elbisenin bittiği yerden ensesine uzanan fermuar dövmesi, saçının bir yanı topuz diğer yanı açık olarak sahnede.. Kırmızı Rugan Ayakkabılar şarkısı ile başlıyor.. 2 saat sahneden inmeden sevdiğim tüm şarkılarını söylüyor.. Eksik kaldı dediğim bir şarkısı olmuyor.. Gerçekten de muhteşem bir konser.. Dün geceki mekanda olsaydı bu konser ne müthiş olurdu diyorum zaman zaman içimden..



Bazı şarkılarında içim acıyor.. bazı şarkılarında coşuyorum.. Şebnemi seviyorum.. Konseri dinlemeye gelenler arasında Hayko Cepkin de var.. Sahne çok yükse olmadığı için zaman zaman görme sorunu yaşıyorum.. Reha bulduğu boşluklara beni yönlendiriyor..



Konser bittiğinde artık benim de pestilim çıkmış durumdaydı.. Aslında adım atacak halim yok ama arabaya kadar yürümemiz lazım.. Yürürken Rehanın bir markete su almaya girdiği o kısacık anı bile değerlendirip marketin önündeki sandalyeye fırlatıyorum kendimi :).. Neyseki kardeşimin evinin kapısının önüne kadar bırakıyor Reha, bir daha yürümek zorunda kalmıyorum. (Düşünceli bir adam bu, apartmandan içeri girene kadar ben, bekliyor)


Kardeşimde ayaklarımı koltuğun tepesine dikip oturuyorum bütün gece.. Konuşacak ne çok şey var, zaman yetmiyor, uyku çöküyor..


Pazar öğlen yine buluşuyoruz hep beraber.. Vapur ve tünel sonrası yine o güzel kalabalığın içinde İstiklaldeyiz.. Reha ile Alper bir aradaysa, onların yanında gülmeden kahkaha atmadan durmak imkansız.. Gülşah ve ben 'gülücü' olarak katılıyoruz ekibe :)) Koca bir kova mısır alıp giriyoruz filme..

2010/Güney Kore yapımı uzun, dingin bir dram filmi: Poetry !
Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü almış bu filmin yönetmeni Chang-dong Lee; Güney Kore’nin eski Kültür ve Turizm (eski) Bakanı. Bir bakandan bunca samimi ve duyarlı film nasıl çıkmış şaşırmamak elde değil. Filmi bir daha izlemeliyim çünkü almak istediğim pek çok replik oldu.. Bir tanesini yazmadan olmaz: “Zor olan şiir yazmak değil, Şiir yazacak yüreğe sahip olmak.”



Filmden çıktıktan sonra İstiklaldeki pasajlara girip Öyküye bir sürü güzel şeyler alıyoruz, çeşit çeşit ve Bursada bulunmayan sürpriz güzellikler.. Öyle koşturmaca geçiyor ki, yemek yemeye zaman kalmıyor, ekmek arası ciğer alıp arabada yiyiyorum Yenikapı’ya giderken…


Aslında asıl gideceğimiz konser Pazartesi akşamı Children of Bodom konseriydi ama ben işyerindeki sorunlar sebebiyle izin alamayınca Rehayı konsere yalnız bırakarak Pazar akşamı Bursa’ya dönüyorum.. Deniz otobüsünde kitabımı okuyarak, Rammstein dinleyerek, yorgun ama acayip huzurlu ve mutlu bir şekilde yolculuk yaparak Mudanyaya geliyorum. Babam ve kızım geliyor beni almaya. Öykümle bir sarılıyor, bir sarılıyor, bir sarılıyoruz ki sormayın.. Sanki 2 gün değil de bir aydır görüşmüyormuşuz gibi. Aldığım her şeyi de öyle çok beğeniyor ki.. Canım tatlı fıstıkım benim..

Ne olursa olsun, nasıl sorunlar yumağı, nasıl yorgunluluklarla çevrelenmiş olursak olalım, hayat güzel..
Hele böyle 2 günlük kaçışlarla ve sorunsuz arkadaşlarla daha da güzel..

14 Nisan 2011

.


POETS OF THE FALL - WHERE DO WE DRAW THE LINE


Yurt dışında yaşayan ve Nilüfer Turizmin sefer düzenlemediği şehirlerde yaşayan arkadaşlarımdan, dergiye ulaşamayacakları sebebiyle gelen isyan maillerinden sonra, dergideki en azından benim yazılarımı burada da yayınlamaya karar verdim.. Elbetteki sayfa tasarımındaki gibi güzel görünmez ama hiç okuyamamaktan iyidir yine de :) Bu arada dergiye devam edersek internetten okunabilecek şekilde sitesini ayarlayacağız.

Nisan sayımızdaki Portre bölümünden başlıyorum..


JOHN WILLIAM GODWARD
Neo Klasik Ressam, İngiliz.
(9 Ağustos 1861 – 13 Aralık 1922)




1861 yılında Londra Wimbledon’da Wilton Korusunda doğdu.
1887 yılında kraliyet tarafından eserleri sergilendi.
1912 yılında bir modellerinden biriyle İtalya’ya taşındı ve ailesiyle tüm iletişimi koptu. Hatta aile resimlerinden bile çıkarıldı.
1919’da İngiltere’ye geri döndü.
1922’de “Bu dünya ikimiz için dardı” diye bir not bırakarak intihar etti. Bu notu Picasso için yazdığı söylenir. Ressam olmasından ve intihar etmesinden utanan ailesi, her türlü özel evrakını yok ettiğinden, arşivlerde kendisine ait tek bir fotoğraf bile yoktur.
Naaşı Batı İngiltere’de Brompton Mezarlığı’nda yakıldı.

En iyi bilinen eserlerinden biri Dolce Far Niente (Sweet Nothings) (1904), Andrew Lloyd Webber koleksiyonunda halen bulunmaktadır.

 
Godward, İngiliz Victorian Neoklasizm temsilcisiydi. Tene mermer parlaklığı ve canlılığı katabilen Victorian Neoklasik. Ve dolayısıyla da Frederic Leighton teorisinin sıkı bir takipçisiydi. Yine de tarz olarak Sir Lawrence Alma-Tadema'ya daha yakındı. Godward klasik mimaride özellikle durağan peyzajları mermerle yapılandırırdı. Tüm statik manzaraları mermerden inşa ederdi. Detaylara inme ve renk konusunda mükemmeldi.


Godward’ın tarzını aslında kısaca şöyle açıklayabiliriz: Mermerden inşa edilmiş durağan peyzajlar önünde resmedilmiş bazen çıplak, bazen yarı çıplak, bazen de klasik elbiseli kadın figürleri. Resmettiği kadınlar çoğunlukla klasik Roma dönemindeki kadınlar olup, hemen hepsinin bellerine ve omuzlarına bağladıkları Godward’a özgü bir kuşak vardır.


Lawrence Alma-Tadema ressam olduğu gibi aynı zamanda arkeologdu da. Dolayısıyla resimlerini çizerken mimariye ve kıyafetlere dikkat ederdi. Godward da aynı şekilde mimaride ve elbiselerde Antik Roma - Yunan döneminin tüm özelliklerini yansıtırdı.

Godward ayrıca hayvan derisi ve vahşi çiçekleri de resmederdi.


Bunun en mükemmel örnekleri; Noon Day Rest (1910) , A Cool Retreat (1910), Nerissa (1906), Summer Flowers (1903)’tür.


Godward, bir “High Victorian Dreamer” idi.

High Victorian Dreamer dilimize tam olarak nasıl çevrilebilir bilmiyorum.

Ama High kelimesinin “Üst Sınıf” anlamında kullanıldığını düşünürsek, Dreamer ın da “Düş içinde yaşayan veya Düş Kuran” anlamında olduğunu düşünürsek “Elit Viktoryan Hayalperesti” desek çok da yanlış olmaz sanırım :)