30 Kasım 2010

Bir Damla Gözlerimde



SERTAB ERENER - BİR DAMLA GÖZLERİMDE


Çok geç oldu belki de..
Düşündük taşındık..
Bir çok şeyi birbirimizden sakındık..
Bir şey eksik cümlede..
Yüklem mi özlem mi..
Sakladığın şey her neyse beni üzer mi?


Öyle çok şey var ki içimde..
Hep sustuk konuşmak yerine..
Konuşmadığımız her ne varsa seninle..
Sakladım gözlerimde..


Ne olur sen de fazla üzülme..
Hep kendi kendine yenilme..
Konuşmadığımız her ne varsa seninle..
Bir damla gözlerimde..




Belki yanlış yoldayız..
Kaybolduk kaybolduk..
Gizleyince kendimiz de yorulduk..
Her hatada telafi gerekli değil mi..
Bizi durduran gurur mu kibir mi?..


Öyle çok şey varki içimde..
Hep sustuk konuşmak yerine..
Konuşmadığımız her ne varsa seninle..
Sakladım gözlerimde..



Ne olur sen de fazla üzülme..
Hep kendi kendine yenilme..
Konuşmadığımız her ne varsa seninle..
Bir damla gözlerimde... 

22 Kasım 2010

2012

.


NIGHTWISH - END OF ALL HOPE


Sanırım bu filmi izlemeyen kalmamıştır.. Benim gibi çok geç de olsa izlemişsinizdir diye düşünüyorum.. Film hakkında ben de pek bilinmeyen şeyler söylemeyeceğim aslında.. Klasik bir felaket filmi..
2012 de ne oluyor?
Dünyanın sonu geliyor !

Belki diğer felaket filmlerinden ayrılan yönü dünyanın sonunu modern bir Nuh Tufanı uyarlaması şeklinde senaryolaştırması. Evet Roland Emmerich de bu son filmi için: “Filmim Nuh’un Gemisi efsanesinin modern tarzda yeniden anlatımı gibi. ‘Neler ve kimler kurtarılmaya değer?’ sorusunu soruyor ve sonra da o gemiye kimlerin binebileceğini anlatıyor.” diyor.




Hemen bir dipnot olarak 2012 efsanesi hakkında küçük bir hatırlatma: Kolomb öncesi, Orta Amerika medeniyetlerinin en gelişmişlerinden biri olan Maya’lardan kalan takvim, 21 Aralık 2012’de sona eriyor. Özellikle matematik ve astronomi konusunda ilerlemiş olan Mayaların dünyanın ömrünü bu tarihle sınırlandırmaları kuşkusuz pek çok yoruma yol açtı. Bazı bilim adamları Maya takviminin bu tarihten sonrasını hesaplayamadığı için sona erdiğini söylediler. Öte yandan astrologlara göre 2012 kışdönümünde bazı takım yıldızlarının kesişerek “Karanlık Aralık” denen bir özel durumu oluşturmaları da, özellikle astronomide ilerlemiş bir uygarlık olan Mayaların gözünden kaçmamış ve bunu her şeyin sonu olarak yorumlayıp takvimi sona erdirmiş olabilirler.


İşte bu fikir üzerinden beslenen 2012 filminin senaryosu; olması muhtemel felaketlere az bir zaman kala, dev dalgalara dirençli, çok sayıda insanı içine alacak kadar büyük, yarı denizaltı şeklinde büyük gemiler inşaa edilmesi ve felaketten haberi olanların gemilere binme mücadelesi ile haberi olmayanların ise çaresizliği üzerinde süregidiyor..

Bazı eleştirmenlerce “felaket pornosu” çekmekle suçlanan Emmerich, 2012 ve Yarından Sonra’daki bu sahnelerin küresel felaketlere karşı ortada hiçbir hükümet planı olmamasının altını çizmek ve küresel ısınmaya insanların duyarlılığını artırmak için gerekli olduğunu savunuyor.

Roland Emmerich’in dünyayı yok etme konusunda görsel olarak sınır tanımayacağını Himalayalar’ı aşarak gelen sulardan anlayabiliriz aslında.

Filmde belki de en çok tepki toplayan yerler dinsel motiflerin de yerle bir edilmesi idi. Himalayalara ek olarak Vatikanın da çökmesi cesurca idi kabul etmek lazım. Aslında film şunu diyordu: Böyle küresel bir felaket anında çaresizce Tanrı’ya sığınmak ve bir kilisede dua etmek yerine, kaderinizi elinize alıp kurtulmayı deneyin.



Filmin tamamı dijital çekilmiş. İnsanların başına gelenlerden ziyade yıkımın kendisi asıl konu.. Görsel efektlerinin hakkını vermek lazım elbette kesinlikle çok başarılılar. Ama öyle çok yıkım görüntüsüyle dolup taşıyor ki film, ve bu görüntüler öyle hızlı ilerliyor ki, bu koşuşturmaca ve yoğunluk; sağlam görüntülerin zihne işleme gücünü zedeliyor. Sersemletici bir kareye şöyle bir durup bakıp uzun süre tadını çıkaramıyorsunuz, hemen ardından bir başka yıkım görüntüsü devreye giriyor çünkü. Bu da bir yerden sonra sanki bilgisayar oyunu izliyormuşuz gibi bir hisse sebep oluyor..


Ve felakete aslında farklı bir açıdan yaklaşsa da yine de artık çok bilindik bir sürü klişe ile dolu, tüm yıkım filmleri gibi 2012 de..

Amerikan çekirdek ailesini kutsallığını vurgulamak için oluşturulmuş yan hikayelerden artık bana böğk geldi. Hatta bu kutsallığın farkına varamayan ya da ailenin birleşmesine herhangi bir engel oluşturan yan karakterlerin talihsiz bir şekilde harcanmasından da. Yine insanın özünde iyi bir varlık olduğunu anlatmak isteyen beklenmedik anlayış ve fedakarlık sahneleri de (Amerikan başkanının gemiye binmemesi mesela) bolca işlenmiş klişelerden.. Şapşal eski kocanın birden ailesinin değerini anlaması ve kahraman oluvermesi ise ancak komik.. Ve klasik bir son daha .. Köpek kurtuluyor, kalpler birleşiyor, güneş yeniden doğuyor :)



Boş zamanım var ve güzel görsel şovlar izleyip eğlenmek istiyorum diyorsanız izleyin filmi.. Daha fazlasını da beklemeyin ve filmin sonunda ölenler için neden üzülmediğinize dair bir vicdan sorgulamasına girişmeyin diyor ve filmden birkaç replik alıp yazımı bitiriyorum..


"Eski zamanlarda, dünyanın bir son kullanma tarihi olduğunu keşfeden ilk uygarlık Mayalar oldu. Maya takvimine göre 2012 yılında, 640.000 yılda bir gerçekleşen, güneş sistemindeki gezegenlerin belli bir sırada dizilmesi sonucu dünyada korkunç olaylar gerçekleşecek. Dünya'yı bir portakal olarak düşünün. Güneş o kadar çok radyasyon yaymaya başlayacak ki Dünya'nın çekirdeği erimeye başlayacak. Gezegenin kabuğu kalkmaya müsait hale gelecek. 1958'de Prof. Charles Hapgood buna şu ismi verdi: Yerkabuğunun Kayması. Bunu Albert Einstein da destekledi. İnsanlar bunu yaşayacak, Doğa Ana o kadar tahripkâr olacak ki, bu kış gündönümünde 12/21/2012'de dünyanın sonu gelecek."


Karım Dorothy’nin son günlerinde aklı gidip geliyordu. Ölümünden bir gece önce elimi tuttu ve bana şöyle dedi: "Bence piyango almalısın. Şans herkesin yüzüne bir kere güler."


Çocukken babam genelde yollarda olurdu. Bana kutular dolusu kitap bırakır, her gece arardı. Okuduğum her kitap için bir dondurma kazanırdım. Lise hayatıma 2.000 kitap ve sıfır sevgili sığdırdım.


Birbirimiz için mücadele etmeyi bıraktığımız an insanlığımızı kaybettiğimiz andır.


Veee en sevdiğim sahne: Yüce Lamaya gerçekten dünyanın sonu gelmişse, bilgeliğin bu durumda ne önerdiğini, ne yapması gerektiğini soran kişiye Lamanın dolu bir bardağı göstererek verdiği cevap çok çok sağlamdı..
Sadece duyduğun bir şeye körü körüne inanma. Bu bardak gibi sen de düşünce ve dedikodularla dolusun. Bilgeliğin ışığından faydalanmak için öncelikle bardağını boşaltmalısın.


12 Kasım 2010

Elena - Anais Nin



LACRIMAS PROFUNDERE - AMBER GIRL


Evet nihayet üçüncü ve son bölümü de yazarak bu uzun süren kitap incelememi sonuçlandırıyorum. Venüs Üçgeni’nin üçüncü ve son bölümü.. Başdöndüren detaylarla dolu olduğu için ve kitabın baskısının olmadığını, sahaflarda bile pek bulunamadığını öğrendiğim için bu bölümden fazlasıyla detay vereceğim..



Bu kez başkahramınımız bir yazar kadın.. Elena.. Kimseden etkilenemeyen, aşık olamayan, yalnız bir kadın.. Son yazdığı kitabın basım işlemleri döneminde, dinlenmek amacı ile bir yolculuğa çıkıyor ve yolculuk onu beklemediği diyarlara götürüyor :)
Kitabın bu bölümü; ön planda Elena’nın aşık oluşunu ve yaşadığı ilişkiyi anlatırken, arka planda da çevresindeki ilişkiler etrafında dönerken hayatın, ilişkilerin, aşkın, tutkunun ve cinselliğin girilmedik noktasını bırakmıyor.. Lezbiyen ilişkiler, gay ilişkiler, ihanetler, arzunun en keskin en karanlık noktaları, aşk, kıskançlık, tutku, erkek profilleri, kadın profilleri, saf erotizm, vs.. evet gerçekten yok yok gibi..


“Elena uzaktan tanıdığı erkeklere aşık oluyordu. Bu erkekler yanına gelir gelmez onlardan soğuyacak bir kusur buluyordu hep. Yabancılara, pencerede gördüğü, bir gün yolda rastladığı, bir keresinde konser salonunda görmüş olduğu herhangi bir erkeğe ihtiyacı vardı Elena’nın. Her yolculuk onda, aynı tiyatro perdesinin açılmasını bekleyen birinin hissedeceği merakı ve umudu, aynı heyecanlandırıcı huzursuzluğu ve beklentiyi uyandırıyordu. Arzuları belirsiz, şairaneydi. Bedeninin belli bir bölgesinden kaynaklanmayan bir açlıktı bu. Bir eleştirmen onun hakkında şöyle demişti: “Onu gerçekte olduğu gibi göremezsin hiç kimseyi gerçekte olduğu gibi göremezsin, o seni devamlı hayal kırıklığına uğratacak, çünkü sen birilerini bekliyorsun.” Doğruydu. Birilerini bekliyordu. Her kapı açılışında, bir partiye gittiğinde, herhangi bir toplantıda, bir kafeye, bir tiyatroya gittiğinde. Tek tek ele aldığı erkeklerin hiçbiri tren yolcuğuna eşlik etmesini isteyebileceği türden değildi. O da yanındaki kitabı açtı.”


İşte Elena aşkı bulacağı yere doğru yolculuğa çıktığında beyninde bu düşünceler oynaşıyordu..


“Senin geri dönme alışkanlığın var. Yürüyüşe başlıyorsun ve sonra geri dönüyorsun. Bu çok kötü. Bu, yaşama karşı işlenen suçların ilkidir. Ben cesarete inanıyorum.!”
Bu sözler Elena’ya sözlediği ilk sözlerdi Pierre’in.. Gizli ve tehlikeleri işler yapan adamın.. Ve artık aralarındaki hikaye yazılmaya başlanmıştı..


“Pierre.. Sesi keskin ve ciddiydi. Gözleri tam olarak insansı değildi. Bir hayvan terbiyecisininki gibi hipnotize edici sabit bakışları, otorite ve şiddet doluydu. Ama gençlik dolu gülüşü gözlerinin kötü etkisini silip, Elenayı anlayamadığı duygular içinde bıraktı. Konuştuğu süre boyunca adamın gülen gözleri sürekli Elenanın üzerindeydi. Tüm sakladıklarını ve anlaşılmazlığını tam olarak kavramış şekilde üzerine sabitlenmişti. Adam etrafa emirlerini, istekleri hakkında şüphe bırakmaz kesinlikte verdi. Küçük olaylardaki kararlılığı, adamın aynı şekilde büyük arzularına karşı gelen tüm engelleri de aşacağı duygusu verdi Elenaya. Adamın çıplak bakışları sanki içine işliyordu. Açık, emredici ama derinlerde bir yerlerde kolay yaralanabilir ve teslimiyetçi bir yüzü vardı. Onun sadece vücuduna değil, bütün varlığına işlemiş olduğunu fark etti. Kendisini tamamen parçalayacağını düşündüğü çok canlı ve güçlü bir acıdan saatler sonra yarı uykulu garip bir uyuşukluğa kapıldı. İçinde bir şeyler kırılmıştı sanki. Artık acı yada zevk hissetme duygusu yokolmuştu. Tamamen duygusuzdu. Tüm yolculuk gerçekdışılaştı. Vücudu tekrar ölmüştü.”


Öte yandan çocukluk aşkı olan ama gay olduğu için hiç birlikte olmadıkları bir tuhaf ilişki sürdürdükleri Miguel vardı.. Zamanında Elena’nın onu şiddetle arzuladığı fakat Miguel’in ise sadece duygusal bir sarhoşluk yaşadığı, vücudunun Elena’ya karşı ölü olduğu gençlik dönemlerinde Miguel, Elenanın ilk yenilgisiydi. Bu zamanla Elena’da bir saplantıya dönüşmüş, kendisini arzulayan onca erkeği hiç önemsememiş tek arzusu Migueli baştan çıkarmak olmuştu. Gücünü sadece onu elde etmekle kanıtlayabilirdi sanki. Miguel’in gözleri Elena’yı kendisine doğru, uyuşturucu almış biri gibi duygusuz olduğu dünyalara çekiyordu. Miguel’in ağzının içine düşmek, kendini gizemli bir sarhoşluğa bırakmak istiyordu. Oysa Miguelin Elenaya cinsel olarak sahip olma isteği yoktu.. O Elenayı kitaplardaki efsane kadın gibi görüyordu. Ve Miguel kadınların organından korkuyordu.. Büyük, ıslak, aç bir ağız gibi geliyordu orası Miguel’e. O ağzı, asla tatmin edemeyeceğini düşünmüştü ilk gördüğünde. Sert dudaklardan, içine çeken yarıktan, aç bir insanın salyası gibi gelen sıvıdan korkuyordu. Kadınların bu açlığının korkunç boyutlarda, doyurulamaz, açgözlü olduğunu düşünüyordu. Organınız sonsuza kadar yutacakmış gibi geliyordu. Peki bu durumda Miguel arzularını nereye yöneltecekti. Obur delikleri olmayan, onu korkutmayacak ve arzularını tatmin edecek kendisi gibi oğlanlar.. İşte böylece kendisini tanıma sürecini geçiren Miguel erkeklerle birlikte hayatlar kurmaya başlamıştı.


Kitapta Miguel’in Donald ile olan ilişkisinden de bolca kestiler sunulmakta.. Onların ilişkisinde de terslikler vardı.. İstekleri farklıydı birbirlerinden de hayattan da.. Miguel kendisine bir okşayış ve sevişme cenneti sunmak istiyordu, oysa Donald, başka bir şey arıyordu. O, büyük acılar ve aşılmaz engellerle karışık aşkı, aşk cehennemlerini seviyordu.




Elena, Pierre ile olan ilişkisinde bildiğimiz tüm aşamaları birer birer geçti.. Cinsel birlikteliklerden aşka geçti, aşık olduğunda kırılgan oldu, kırılgan oldukça kıskançlaştı, kıskançlaştıkça yaralandı, yaralandıkça kendi içine kapandı, kendi içine kapandıkça Pierre’e farkında olmadan cezalar verdi.. Onu tepkisizlikle cezalandırıyordu. Pierre’i hiçbir şey Elena’nın tepksiziliği kadar yaralamıyordu. Kısacası aşk ve tutku büyüdükçe Elena’nın içindeki tatmin olunmayan boşluk da aynı oranda büyüyordu. Pierre o boşluğu doldurabilmek için sürekli farklı odalara girip çıkıyordu.. Bu büyük bir savaştı her aşk ilişkisinde olduğu gibi..


Hiçbir erkek, bir kadının yapabileceği gibi sadece aşk için yaşayıp, bunu tüm yaşamının tek amacı haline getirip, günlerinin bununla geçirmezdi. Kadınlar ise başka bir şey için yaşayamazdı.
Elena, Pierre ile birlikte olmadığı zamanlarda, hiçbirşeyi net hissetmiyor, duymuyordu. Var olmuyordu. Sadece onunla yaşama kavuşuyordu. Bütün gün, başka şeyler yaparken, düşünceleri hep Pierre’in çevresinde dolaşıyordu. Yatakta yalnızken, yüz ifadesini, gözlerinin kenarındaki gülüşü, çenesinin inatçılığını, dişlerinin pırıltısını, dudaklarının arzu sözcüklerini fısıldarkenki biçimini düşünüyordu.

“Pierre, Elenayı karanlıkta karşılamayı seviyordu. Böylece birbirlerinin yüzünü görmeden önce elleriyle dokunuyorlardı birbirilerine. Kör insanlar gibi en sıcak kıvrımlarda kalarak, her seferinde ayrı yörüngeyi izleyerek birbirilerinin vücudunu hissediyorlardı. Dokunarak keşfediyorlardı. Dokunarak ve koklayarak.”


Aşka güvensizlik bir kez girdikten sonra hiçbirşey asla eskisi gibi olmuyordu. Elena sürekli Pierre’in YİNE gideceğine saplanıp kalıyordu, ve sürekli onun yeniden gidişine hazırlanıyordu. Cinsel birliktelikleri de ne kadar doyurucu olursa olsun Elena orgazm olamıyordu. İçinde bir yerlerde bir korku yumağı vardı ve kendisini bırakamıyordu. Pierre ise Elenayı öyle iyi tanıyordu ki, onun bu gizli çekinişinin nedenini, onu yaraladığını, aşkına olan inancının yıkılmış olduğunu anladı.
O dakikadan sonra aşk mücadeleleri bir sözcük, ufak bir yara, bir şüpheyle birlikteliklerini yıkabilecek olan Elena’nın içinde yatan bu soğukluğu yenmeye dönüştü. Pierre’in zihni tamamen bununla meşguldü. Kendisiyle ilgilenmekten çok Elena’nın içinde olduğu havayı ve davranışları izlemekle meşguldü. Elenaya sahip olurken bile gözleri, hep onları izleyen kara bulutları arıyordu. Elenanın zevk almasını beklerken kendisini tüketiyordu. Kendi zevkine engel oluyordu. Elenanın istediği her an kendisine kapayacağı, ele geçirilmez varlığına karşı savaşıyordu. Kavga ederlerse Elenanın orgazmına engel olacağını biliyordu. Hiddetten köpürüyor, en vahşi okşamalarla Elena’yı fethetmeye çalışıyordu. Bazı zamanlardaysa Elena’yı şefkatiyle eritmeye çalışıyordu.

Pierre, Elena’nın içinde kendisinin bir daha asla kontrol edemeyeceği cinsel bir tutku uyandırmış olduğuna inanıyordu. Elena baştan çıkmıştı. Gözleri gün ışığın parıltısıyla değil, veremli bir hastanın endişe verici ışığıyla, gözlerinin etrafında halkalar oluşturacak denli kuvvetli bir ateşle garip bir şekilde parlamaya başlamıştı.

Erotizmin yeniliklerini tükettiklerinde, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde karşılaştıkları yeni bir diyarı –kıskançlık, tehlike, kızgınlık, nefret, düşmanlık diyarını- keşfettiler.

Pierre artık Elenanın diğer, en derine saklı, en duygulu kişilikleriyle sevişmeyi amaçlıyordu. Elenayı uyurken seyrediyordu, giyinirken seyrediyordu, aynanın önünde saçlarını tararken seyrediyordu. Elenaya ulaşmak için duyusal bir ipucu, yeni bir sevişme şekli arıyordu. Çünkü Elena, olmadığı zamanlarda orgazm taklidi yapıyordu artık. Elena hünerli bir aktris olmuştu. Orgazmın bütün belirtilerini, kasılmalarını, nefesin, nabzın, kalp atışlarının hızlanışını, birden bitkinleşip yığılmayı, bunu izleyen yarı kendinden geçme evresini sergiliyordu. Her şeyi taklit edebiliyordu. Onun için sevmek ve sevilmek, zevkle öylesine değiştirilemez bir biçimde karışmıştı ki, fiziksel bir zevk hissetmese bile, kendisini soluksuz bırakacak duygusal bir tepki evrebiliyordu.

Böylece Pierre ilgisini başka bir çeşit kur yapmaya yöneltti. Elena odaya girer girmez Pierre onun nasıl hareket ettiğine, paltosunu ve şapkasını nasıl çıkardığına, saçlarını nasıl salladığına, hangi yüzükleri taktığına dikkat etti. Pierre bütün bu işaretlerden Elenanın ruh halini anlayabileceğini düşünüyordu. Daha sonra bu ruh hali Pierre’in fethinin temeli oldu. Mesela bir gün.. “Bugün Elana, dalgalanan saçları, tüm yaşamının ağırlığı altında kolayca eğilen başıyla çocuksu ve uysaldı. Az makyajlı, masum ifadeliydi, üzerinde parlak renkli ince bir elbise vardı. Bugün Pierre onu nazikçe, sevgiyle okşayacaktı.”


Pierre’e arada sırada her şeyi yapabilecek bir erkek ifadesi veren şey anarşi ve kötülüğe yatkın oluşuydu. Bu, Elenanın ona güvensizliğini ayakta tutuyordu. Pierre aynı zamanda Elenanın şeytansılığa ve alçaklığa, alçalmanın ideal kişiliğe saygısızlıkta bulunmanın ve yıkmanın zevkinin büyüsüne kapıldığının farkındaydı. Ama Elenaya olan aşkı yüzünden bunların hiçbirisinin onunla sonuna kadar yaşamasına izin vermeyecekti. Pierre Elenayı teşvik ederek, onu şu yada bu günaha, ona tattırmadığı bir duyguya kaptırmaktan korkuyordu. Bu yüzden doğalarının bu kötü yanına açılan kapı nadiren açılıyordu. Pierre’in vücudunun neler yaptığını bilmek istemiyordu Elena. Pierre ise Elena’nın içindeki gizli şeylerin örtüsünü açmaktan korkuyordu.
“Senin birçok kez aşık olabileceğini biliyorum. Benim ilk olduğumu, bundan sonra seni hiçbirşeyin durduramayacağını biliyorum. Öylesine şehvetlisin ki.” dedi Pierre.
Çünkü bilmiyordu.. Erotizmin ve şefkatin bir kadında birleştiği zaman nasıl güçlü bir bağ, neredeyse bir saplantıya dönüştüğünü bilmiyordu Pierre.

“Bu kadar çok aşık olunmaz.”
diye yanıtladı Elena. “Ben erotizmi aşkla birlikte istiyorum. Ve kolay kolay yaşanmayan derin aşkı.”
Pierre Elenanın geleceğini, Elena da Pierre’in geçmişini kıskanıyordu.



Ama Pierre haklıydı.. Elenanın içinde öyle şeyler uyandırmıştı ki, öyle karanlık kapıları açmıştı ki, artık Elena bir daha asla eski haline dönemeyecekti. Tam bir tutku sarhoşu hatta tutkularının esiri olacaktı. Hiç beklenmedik bir şekilde tanıştığı Leila ile aralarında engel olmaya çalışsa da, kaçmaya çalışsa da asla karşı koyamayacağı şeyler yaşanacaktı. Leila’nın sesi ve dokunuşları Elena’nın doğrudan vücudunun merkezine ulaşmak yerine, Elene’yı tatmin değil süreklilik arayan, umutla korku arası bir hisle, yeni duyguların şehvetli örtüsüyle sarmalıyordu.


Kadınlar güçlü bir aşk yaratmayı planlarken, ufak hesaplarla kendilerini küçülten ve güçsüz kılan insanlara karşı erkekler kadar hoşgörülü değildirler.

“Neden Pierre’e duyduğum aşk bunu ödeyecek kadar güçlü değil?” diye tekrar ediyordu içinden Elena, Leilanın etkisinden kaçmaya çalıştığı dönemlerde. “Neden beni başka sevgilere sürüklüyor? Başka birinin aşkına? Neden?”
ve ona arkadaşının verdiği yanıt biz okurlar için oldukça düşündürücü oluyordu:
“Pierre’in aşkı gerçek doğanı ortaya çıkardı. Sen fazlasıyla aşk dolusun, bir sürü insanı seveceksin.”


Elena korkuyordu. Korkuyordu çünkü artık güvenle Pierre’e değil, boylu boyunca uzanan, teslim olan, açan, yayılan, bilinmeyen birine bağlıydı.. Leila sevişmelerinde Elena’nın uzun süre gelmesine izin vermiyordu. Istırap çekene dek. Öylesine uzun sevişiyorlardı ki, insanı sızlatıyor, daha çok ister bırakıyordu.

Bazen Pierre’in kıskançlığının derinliği karşısında her şey kayboluyordu. Pierre’in kıskançlığından sonra sevişmeleri daha şiddetli olduğunda, aynı zamanda hava daha yoğun; duyguları karmakarışık oluyor; düşmanlık, şaşkınlık, acı devreye giriyordu.
Elena bu aşkın kök mü salmış olduğunu, yoksa çürümesini çabuklaştıran bir zehir mi almış olduğunu bilmiyordu.
Ve böylece aşk, uzun bir kıskançlıklar trenine dönüşmüştü.

Ve Elenanın hayatı başdöndürücü bir hızla ve her şeyi tadıp yaşadığı farklı bir evrene dönüşüyordu. Elena artık neden bazı İspanyol kocaların, karılarına sevişmenin tüm olanaklarını sunmayı reddettiklerini anlıyordu. İçlerinde doyurulmaz bir tutku uyandırma riskinden kaçınmak için. Pierre’in aşkıyla tatmin olmak yerine sakinleşen Elena, daha da kolay incinebilir hale gelmişti. Pierre’i daha çok arzuladıkça, başka aşklar için açlığı da artıyordu. Aşkın köklü olmasına, kararlılığına çok az ilgi duyuyor görünüyordu. Herkesten sadece tutku anını istiyordu. Leile’yı bile tekrar görmek istemiyordu. Elena yanmak istiyordu. Aşkla yanmak. Ama mistik bir aşkla yanmak değil, tahrip edici cinsel bir buluşmayla yanmak. Pierre, içinde kendisinin de daha önce tanımadığı, doyumsuz bir kadın uyandırmıştı.


“En çok hatırladığım şeyler yaşamımın en büyük acıları. Mutlu anlarımı unuttum.” diyordu Pierre.
Pierre’de ilk sevdiği şeyin gözlerindeki tehlikeli ışık, suç ve vicdan diye bir sorunu olmayan bir erkeğin, istediğini alan, risklerden ve sonuçlarından bilinçsiz zevk alan gözleri olduğunu hatırladı. Göz kamaştıran bir sabah, o dağ yolunda tanıştığı bu dizginlenemez, inatçı vahşiye ne olmuştu?
Artık evcilleşmişti.

10 Kasım 2010



SNEAKER PIMPS - LOW PLACE LIKE HOME


Venüs Üçgeni adlı kitabın ikinci bölümünde tek bir hikaye anlatılıyor ve diğer bölümlere nazaran oldukça kısa..
Fakat öyle beklenmedik bir sonu var ki hikayenin çok eğleniyor ve kahkahalarla gülüyorsunuz..
Erkekler için tam bir “ava giderken avlanma” hikayesi bu..

George’un bir barda yüzünü tülle kapatmış, siyah bir elbise giymiş, muhteşem güzel ve nörotik bir kadınla karşılaşması, bu kadının bilinmezliğe olan tutkusu ve onunla yaşadığı bir tek geceyi anlatıyor hikaye ve dediğim gibi beklenmedik bir sonla bitiyor...

Fakat bu hikayeyi anlatırken Nin alttan alta pek çok gözlem ve tespiti de ustaca yediriyor hikaye örgüsüne..
Özellikle erkeklerin, kadınların dikkatini çekmeye çalışırken kendilerine çizdikleri vakur, ilginç portrelerin altındaki komik gerçekliklerini.. Bir kadın onları beğendiğinde, sanki dünyanın en çekici erkeğiymiş de, bütün kadınlar onun için çıldırıyormuş havalarına bürünüp aslında ne kadar komik duruma düştüklerini..

Yine birkaç alıntıyı birleştireyim:
“George’da da çoğu erkekteki zayıflıktan olduğu ortaya çıkmıştı artık; coştuğunda maceralarını anlatmaya, merak uyandırıcı bir dil kullanmaya bayılıyordu. Sokağa çıkar çıkmaz maceranın kendisini bulduğunu, ilginç bir akşam ya da ilginç bir kadını asla kaçırmayacağını ima ediyordu.
Adam George’a doğru eğilir ve:
- Çok zengin ve gerçekten çok güzel, kusursuz bir kadın var. İstediği herkes tarafından sadakatle sevilebilir, istediği herkesle evlenebilir. Ama doğasının sapkın bir yanı var: Sadece bilinmeyenden hoşlanıyor.
- Ama herkes bilinmeyenden hoşlanır.
- Hayır. Onunki gibi değil ama. Yalnızca daha önce görmediği ve bir daha görmeyeceği bir erkek ilgisini çekiyor. Böyle bir erkek için her şeyi yapabilir.”



George’a bu kadının kendisini beğendiğini ve onunla bir gece geçirmek istediğini söyler adam devamında. Ve üstelik bunun karşılığında adam para da alacaktır. George’un bu teklifin üstüne nasıl atladığını ve aylar sonra gerçeği öğrendiğinde ne hale geldiğini okumanın tadını kitabı okuduğunuzda yaşayacaksınız :)

9 Kasım 2010



KRAFT - DAS MODEL


Açılışı hemen şu alıntıyla yapmak istiyorum ki Nin’in imgelemin ve anlatımının gücünü görün.
Ses.. daha güzel nasıl anlatılabilirdi ki??
“John’la karşılaşmam ve bir sesin gücünü keşfetmem tiyatroda oldu. Sesi borulu bir orgun tonları gibi akıp gitti üzerimden, beni titretti. Adımı yinelediğinde ve yanlış telaffuz ettiğinde bana bir okşayış gibi geldi. Bugüne dek duyduğum en derin, en zengin sesti. Henüz doğrudan ona bakamamıştım. Biliyordum ki gözleri büyük, keskin, çekici maviydi; kendisi iriydi fazlasıyla hareketliydi. Varlığının her şeye bulaştığını hissettim. Ve sanki onu büyülemişim, hipnotize etmişim gibi davranıyordu. Konuşuyordu, gözleri üzerimdeydi, ama dinlemiyordum. Her konuştuğunda kendimi baş döndürücü bir spirale, güzel bir sesin ağına düşmüşüm gibi hissediyordum. Gerçek bir uyuşturucuydu. Ateş basmıştı. Gözleri öylesine keskin maviydi ki gözlerini kırptığında, açana kadar minik bir şimşek çakmış gibi oluyordu. İnsana korku hissi veriyordu. Sanki bir fırtına seni bütünüyle kaplayacakmış gibi bir korku.”


Evet Anais Nin’in Venüs Üçgeni adlı kitabının ilk bölümü: Sanatçılar ve Modeller
Başkahramanımız bir model ve bu bölümde kendi öyküsünün yanında, onun çıplak poz verdiği heykeltıraşlardan, ressamlardan ve yine sanat camiasından duyduğu pek çok öykü anlatılmakta.

İlk öyküde; bir ressamın karısı ve nemfomanyak bir kadın olan Louise ile tanıştığı bir yabancı Kübalı Antonio’nun yaşadığı tek gecelik bir ilişki anlatılıyor. Sadece tek bir gece, içinde duygusallığın hiç oluşmadığı bir erotizm.. Canlı imgelemlerle dolu birkaç alıntı yapayım..
“Louise’nin tebeşir beyazı bir yüzü, yüzünün derinlerine gömülmüş yanan gözleri vardı. Beline onbeş santimetre genişliğinde, taşlarla süslü kocaman gümüş bir Yunan kemeri takardı. Kemer büyüleyiciydi. Bir kölenin kemeri gibiydi. Alttan alta cinsel açlığına köle olduğu hissi verirdi.
Antonio insana, şimdi bütün dünya çekip gitti ve yalnızca tensel ziyafet var, yarın yok, başkalarıyla buluşmalar yok, yalnızca bu oda, bu öğleden sonra, bu yatak var, hissi veriyordu. O yalnızca kadının bütün ağzını, dilini, nefesini, kendi büyük kara ağzına doğru içercesine öpmeyi sürdürdü, ama elleri kadını incitiyor, tenine iyice bastırıyor, her tarafta iz ve acı bırakıyordu.
Louise, Antonio’nun onu deliliğe sürüklediğini düşünüyordu. Bir öfke gibi teninin yüzeyinde olan açlık, ilk defa vücudunun daha derin bir kısmına çekilmişti. Çekilmiş ve birikmişti. Patlamayı bekleyen ateşten bir çekirdek olmuştu.”




İkinci öykü ise hermafrodit Mafuka’nın hayatından, ikilemlerinden, tatminsizliğinden ve çektiği acılardan kısa bir kesit gibi..
Erkek gibi giyinen, ufak tefek, yüzü bir erkek çocuğuna benzeyen, bir kadında bulunamayacak kadar güçlü çizgileri olan, erkek gibi içen, erkek gibi bilardo oynayan Mafuka.. Kadınları arzuluyordu ve acı çekiyordu. Çünkü ne tam bir erkek olabiliyordu ne de tam bir lezbiyen, bu haliyle hiçbir kadın onu kabul etmiyordu. Lezbiyen bir çiftle birlikte yaşıyordu ve hiç kimse bu üçlünün nasıl bir hayatları olduğunu bilmiyordu..
Kadınları arzulayan ama onların dostluğundan hoşlanmayan Mafukanın bir cümlesi epey üzerine düşünülesi aslında:“Kadınların dostluğundan hoşlanmıyorum. Küçük ve şahsidirler. Kendi gizemlerine ve sırlarına sıkı sıkı sarılıyorlar, rol kesiyorlar ve numara yapıyorlar.”




Her poz vermeye gittiğinde bir hikaye dinleyen başkahramınımız bir gece bir ressamın verdiği partiye katılır. Tahmin edemeyeceğimiz derecede farklı ve renkli geçen bu partide herkes yaşadıklarından hikayeler anlatmaktadır..
Yine onun gibi modellik yapan bir kızın anlattığı hikaye; aslında kadınlardan hoşlanmayan, onlara dokunmayan, yalnızca iç çamaşırlarından hoşlanan ve hoş iç çamaşırlı kadınları seyretmeyi seven bir desinatörle yaşadığı modellik deneyimidir. Bu hikayeden sonra dinleyenlerin verdiği örnekler ve birinin yaptığı bir yorum da girilmesinden korkulan karanlık odalara salıyordu düşünceleri:“Düşünüyorum da, çocukken şu yada bu türden fetişist olmaya daha fazla eğilimliydik. Annemin dolabında saklandığımı ve onun elbiselerini koklamaktan ve onlara dokunmaktan kendimden geçtiğimi hatırlıyorum. Bugün bile peçe, tül yada tüy takmış bir kadın görsem dayanamam, çünkü içimde küçük odada hissettiğim garip duygular uyanır.”


Ve kuvvetli bir tavsiye geliyor hikayelerin arasında birden bire..
bıçak gibi..
Sadece duygusal sevginin bir evliliği sürdürülebilir kılmaya yetmediğini anlatan:“Umarım asla, cinsel olarak sevmediğin bir adamla evlenmezsin. Ben evlenmiştim. Genelde her şey çabucak biterdi, bu da dayanmamı mümkün kılardı. Elimde olsaydı, beni öpmesine bile izin vermezdim.”


O güne kadar hayatında sevişmek için hep önce aşk diyen başkahraman modelimiz, ve hiç aşık olmadığı için de hala bakire olan modelimiz, bu duyduğu hikayelerin yanı sıra gördüklerini de düşünerek, pek çok şeyi sorgulamaya başlıyor kendi içinde.. “Açtım ve her şeyi merak ediyordum. Sıkıntım, rahatsızlık ve açlıkla gittikçe büyüyordu. Hiçbir şeyin beni mutlu kılamayacağını hissediyordum. Umutsuz bir biçimde, kadın olarak yaşama dalmak arzusu hissediyordum. Neden, önce aşkta varolma gereksinimine köle olmuştum? Yaşamım nerede başlayacaktı? Her stüdyoya, bir türlü gerçekleşmeyen bir mucize beklentisiyle giriyordum. Bana öyle geliyordu ki, dört bir yanımdan büyük bir akıntı geçiyor ve beni dışarıda bırakıyordu. Benim gibi hisseden birilerini bulmak zorundaydım. Ama nerede? Nerede?”




"Arayan mevlasını da bulur belasını da" sözünü doğrulayan modelimiz, yukarıda yaptığım ilk alıntıdaki sesin sahibiyle bir gece geçirdikten sonra aşık olur..
İlk defa bir erkekle birlikte olur ve etin karanlık dünyasında yüzdükten sonra tutkuya yakın bir şeyler başlar aralarında..
Başkalarına çıplak poz vermesini kıskanıp onu eve kapatmaya çalışan bu adamın bir yandan da evli ve çocuklu olduğunu öğreniriz.
Ve ikisinin yaşadığı gizli bir hayat sürülmeye başlanır.
Modelimiz hep bekleyen kadın moduna dönüşmüştür.
Adam ona her gelişinde armağanlar getirir, birlikteyken her bakımdan mükemmeldir ve ona dünyayı unutturur..
Fakat gittiğinde.. o yokken her şey kötüye gider.
Onun kendi anlatımıyla, çeşitli yerlerden yaptığım alıntıları ile kadının içine düştüğü boşluğu çok iyi anlayabiliriz:“İlk defa John’la birlikte orgazmı hissettim; ağladım, çünkü öyle kuvvetli ve muhteşemdi ki tekrar tekrar olabileceğine inanamadım. Acılı anlar yalnızca beklerkendi. Banyo yapıyor, tırnaklarımı parlatıyor, kokular sürünüyor, meme uçlarıma ruj sürüyor, saçımı tarıyor, rahat bir şeyler giyiyordum ve bütün bu hazırlıklar imgelemimi gelme sahnesine çeviriyordu. Onun beni banyoda bulmasını istiyordum oysa. Geçerken uğradım demeliydi. Ama gelmiyordu. Sık sık geç kalıyordu. Zamanla o geldiğinde soğuk, küskün olmaya başladım. Beklemek duygularımı yıpratıyordu. İsyan ediyordum. Sonra cinsel olarak karşılık vermeyerek onu cezalandırıyordum. Asla birlikte dışarı çıkmadık. O da çok meşhurdu karısı da. Yapımcıydı. Karısı oyun yazarıydı. John onu beklemenin beni nasıl kızdırdığını keşfettiğinde, düzeltmeye çalışmadı. Gittikçe daha geç geldi. Ona “Sen niye beni o kadar çok bekletiyorsun? Sana duyduğum arzuyu öldürdüğünü biliyorsun. Sen geç geldiğinde soğuduğumu hissediyorum. Beni o kadar kızdırıyorsun ki seni terk edeceğim!” diyordum.. Kendime ayırdığım çok fazla zaman vardı ve, John’a dair düşüncelerimle çok fazla yalnızdım.”


Ve bir zaman sonra bu boşluğu dolduracak 2. bir ilişki girer kadının hayatına.. (hemen aklıma gelmişken yazar Anais Nin de uzun yıllar iki evlilikli bir hayat sürmüştü, detaylı bilgi için bakınız: Wiki)
Uzun zamandır çıplak poz verdiği heykeltıraşlardan biri bir gün ışıkları kapatır ve “Vücudunu gördüm ve onu iyi tanıyorum, şimdi onu kapalı gözlerle hissetmek istiyorum, yalnızca cildini ve teninin yumuşaklığını hissetmek istiyorum. Bacakların öyle gergin ve güçlü, ama dokunması o kadar yumuşak ki. Parmakları özgür olan ayaklarını seviyorum, bir elin parmakları gibi ayrı ayrı bükülmemiş ve öyle güzel boyanmış ayak tırnakları ve bacaklarının altları” diyerek modeli yoldan çıkarır ve kadın da böylece 2li hayatına başlar..
2 gizli ilişki ona güç gelse de tehlikeden ve yoğunluktan da hoşlanır.

Eh karşılıklı ödeşmişler işte, adam da zaten baştan beri iki kadınlı bir hayat sürüyordu diyerek kitabın birinci bölümünü bitiriyorum :))

8 Kasım 2010



MOONSPELL - EUROTICA


Erotik edebiyat türünde daha önce hiç kitap okumamıştım.
Bu türe Anais Nin gibi bir uçuk yazarla giriş yapmak ne derece doğru bilemiyorum ama beklentilerimin çok üstünde bir eser olduğunu söylemem gerek.
Her şeyden önce imgeleri öyle canlı kullanıyor ki Nin, hayranlık duymamak elde değil.
Anlatım tarzı, üslübu ve detaylara ineceği yerleri iyi seçmesiyle birlikte ortaya leziz bir anlatım çıkıyor aslında.
Bu kitap üzerine çok fazla eleştiri yapabileceğimi sanmıyorum.
Çünkü hem dediğim gibi erotik edebiyat türünde başka bir kitap okumadığımdan beynimde bir karşılaştırma yapamıyorum..
Hem de konusu itibariyle de benim yazım alanımın çok dışında.
Kısacası ben bu konularda Nin kadar cesur yazamam :)
Bu yüzden bu kitabı size alıntılarla yani yine Nin’in kendi kelimeleri ile tanıtmaya çalışacağım..
Ama öyle alıntılar yapacağım ki, üzerine uzun uzun durup düşünülesi..




Bu arada çeviride büyük problemler var.
Bazı cümleler öyle devrik ki anlam bütünlüğü kalmamış cümlede.
Pek çok kez okusanız da kesinlikle bir anlam çıkmıyor cümleden.
Bazı cümlelerde özneler karıştırılmış..
Başka bir çevirmenin çevirisiyle okuma imkanım olursa bir gün daha da güzel hale geleceğine eminim..


Venüs Üçgeni adlı kitapta 3 bölüm var..
İlk ikisi kısmen kısa da olsa üçüncüsü hem uzun hem de girmediği delik kalmıyor cinsellik konusunda.

Benim bu kitap hakkındaki yazım 7 word sayfası olunca, kendime dedim "Fatoş bu kadar uzun blog yazısı olmaz :) Kimse bu kadar uzun yazıyı okumaz, böylece kitaptan aldığın o şahane cümleler arada kaybolup gider.."
Bu yüzden yazıyı ben de kitaptaki bölümler doğrultusunda bölüyorum..
Her gün bir bölümü yayınlayacağım..
Yarından itibaren sırasıyla :
Sanatçılar ve Modeller,
Tüllü Kadın,
Elena

adlı bölümlerin yazıları sizlerle buluşacak.

Tadını çıkarmanız dileğiyle diyor ve kitabın arka kapağındaki yazıyı yazarak bitiriyorum.
"
Erotik kitapların çoğu boş midelerle yazılmıştır. Aç olmak imgelemi çok iyi harekete geçirir; cinsel gücü artırmaz. Cinsel güç de alışılmadık maceralar doğrumaz. Açlık fazlalaştıkça, arzular da hapishanedeki insanların ki gibi vahşileşir, akıldan çıkmaz olur. Sonuçta erotizm çiçeği yetiştirmek için mükemmel bir dünyamız vardır. Bana gelince, erotizmi araştırmaya koyulduğumda esas yazılarımı rafa kaldırmıştım. Bunlar benim fahişelik dünyasındaki maceralarım. Bunları gün ışığına kavuşturmak başlangıçta zordu. Cinsel yaşam hepimiz - şairler, yazarlar, sanatçılar - için genelde kat kat kuşatılmıştır. Tüllü bir kadın, yarı düş." (Arka Kapak)


Kitabın İçindeki Bölümler Hakkında Yazdıklarımı Okumak İsterseniz:
Sanatçılar ve Modeller
Tüllü Kadın
Elena