31 Ağustos 2010

10 Yıl Önce Ben

.


Fatih Erdemci - Karanlık Sokakların Çirkin Çocukları

On yıl önce ben bu tatlı kızı dünyaya getirdim.. 24 yaşındaydım.. Sessiz, sakin, talepsiz ve uysal biriydim.. O zamanlar dijital makinemiz yoktu.. Sadece bizim mi yoktu, yoksa zaten henüz dijital makine piyasaya çıkmamış mıydı bilmiyorum.. Bu yüzden zaten benim çok fotoğrafım yok o zamanlardan.. Neredeyse tüm paramızı küçük hanımı çektiğimiz fotoğrafları yıkatmaya harcıyorduk o da ayrı mesele :)

Yukarıdaki fotoğraf annemlerin terasında çekilmişti.. Aşağıdaki fotoğraf da bizim evin yanındaki çam ormanlarında çekilmişti. O tatlı prensesimiz oksijen için hep götürdüğüm çamlıkta..
İki fotoğraf da on yıl öncesinden.. Daha farklı fotoğraflar da koymak isterdim ama scan ettirmem falan lazım, uzun iş.. Bilgisayarımda ancak bunları bulabildim..



Gelelim neden bu fotoğrafları yayınladığıma :)

Pazar akşamı annem babam ben ve kızım Turanlar koyunda balık ziyafeti yaparken telefonum çaldı. Ama sadece yarım çaldı. Kısa bir süre sonra yine çaldı. Baktım gizli numara. Açtım. Alo dedim ses yok.. efendim dedim ses yok. Kapattım. Birkaç dakika sonra yeniden çaldı. Yine gizli numara. Babam açma boşver deyince açmadım. Sonuna kadar çaldı.. ve hemen akabinde yine aradı. Açtım. Hiçbir şey demeden dinlemeye başladım. Bu kez konuştu. Düzgün bir kadın sesi, “Fatoş??” dedi, soru sorar gibi. "Evet benim" dedim. Sen kimsin tanıyamadım diyecekken tam, bana şöyle bir soru sordu: “Hala çok çirkin misin, onu öğrenmek için aradım” ??? Ben birden afalladım tabi.. Kesin bir arkadaşım şaka yapıyor, kim çıkacak bakalım diyorum içimden. “Sen kimsin” dedim ben normal bir tonda. Karşımdaki kadın nefret bürümüş bir ses tonuyla bana arka arkaya nefes almadan aynen şu soruları sordu:
"Hala çok çirkin misin onu soruyorum.
Hala dişlerin takma mı
Hala burnunla dudakların arasındaki mesafe aynı mı?
Sen ne kadar çirkin bir kadın olduğunu biliyor musun, çok çirkinsin çok.
Söylesene On sene önceki kadar çirkin misin hala diyorum ??"



Ben öyle afalladım ki, aklıma cevap vermek dahi gelmedi. Kadın öyle bir iştahla, öyle bir nefretle yöneltti ki bu soruları.. ben saf gibi yine “sen kimsin ki” dedim.

Sonra çirkinliğimle alakası olmayan terbiyesizce bir hakarette bulunup, içine kızımı da alan bir tehdit savurup kapattı !

Öylece kaldım. Kim Fatoş arayan diye soran annem babam ve kızıma, bilmiyorum ki dedim, benim hala çirkin olup olmadığımı öğrenmek isteyen bir kadındı dedim.. ve bana neler sorduğunu anlattım. Aldı herkesi bir gülme..
Üzerine günlerdir dalga geçiyor özellikle kızım.. karşıma geçip yüzünü buruşturarak:
“ay anneeee, hala şu burnunla dudağın arasındaki mesafe aynı mı senin, ıyyy, insan onu biraz aldırır, küçülttürür, dudağıyla burnunu birleştirir, insan süt dişlerini çıkartır” diye :)
Artık beni “güzel annem” diye değil “çirkin annem” diye sevecekmiş :)


Şimdi bunlar işin esprisi elbette ama ben durumu daha farklı açılardan da değerlendirip, hemen avukat arkadaşımı arayıp, savcılığa suç duyurusunda bulundum.
Arama saati ve dakikası da belli olduğundan arayan kişi ve dolayısıyla aratan kişi kısa sürede ortaya çıkacak. "Hakaret ve tehdit etme" davasında karşılıklı görüşürüz kendisiyle hala çirkin miyim nasılım, ve kim ödüyor neyin bedelini göreceğiz.

Sanırım her şey bu kadar basit değil. Herkes istediğini arayıp istediği gibi hakaret edip tehdit edemiyor bu ülkede. Madem bu kadar cesur idi, hiç çekinmeden o son iki cümleyi söyledi, böyle bir dava açılmasını da göze almıştır herhalde..

Eğer sadece benim çirkinliğim üzerine konuşup kapatsaydı, ben de gülüp geçerdim. Arayan kişi kesinlikle benim çirkinliğimle kafayı bozmuş çünkü. O sorularına sanki “evet yaaa ben on sene önceki kadar çirkinim ne yazık ki” deseydim rahatlayacak gibiydi. Döver gibi soruyordu. Söylesene diyordu söylesene biliyor musun ne kadar çirkin olduğunu.
Bir de tirajı komik bir durum daha var. Ben şimdi birisine çirkin demek istiyorsam, onun çirkin yerlerini sayarken kırk yıl düşünsem aklıma gelmez burnuyla dudak arasındaki mesefe!! O ne yahu?!?!? Orası normalde değişebilen bir bölge de, ben de mi aynı kaldı böyle çirkin çirkin??


Evet ben on yıl önce minik bir kız dünyaya getirdim. On yıl önce yukarıdaki fotoğraftaki gibiydim.. Hiçbir zaman güzellik iddiam olmadı ama hiçbir zaman da bir kadının böyle bana kusar gibi çirkin dediği de olmamıştır hani :)

Ettiği hakareti ve tehdidi de burada yazmak istemiyorum. Çünkü artık kendisiyle işte asıl o hakaret ve tehdit yüzünden mahkemede görüşeceğiz..

Kimseyle bir alıp veremediğim olmadı bugüne kadar. Hele hele kız arkadaşlarımla hiçbir zaman hiçbir kavgam olmamıştır. Bu yüzden merakla bekliyorum kim çıkacak. On yıldır beni görmeyen biri mi acaba gerçekten?? Belki çok yakınımdan hiç ummadığım biri, aslında yüzüme gülerken içten içe benden nefret ediyor.. Belki de annemin dediği gibi terslediğim kabul etmediğim erkeklerden biri hıncını alamadı da böyle bir kıza arattırıyor.. Göreceğiz..

Keşke aratan kişi, korkmasaydı da, numarasını da kendini de gizlemek yerine çıksaydı karşıma ve söylemek istediklerini öyle söyleseydi. O zaman helal olsun derdim.
Şimdi??
Şimdi Adliyede görüşmek üzere..

19 Ağustos 2010

Postacı / Il Postino

Bu yazı Il Postino filmi hakkında detay bilgi içerir.
.


Beirut - Postcards From Italy



Fotoğraf makinemi alıp kendimi deniz kenarındaki renkli köylere atıp hiç durmadan fotoğraf çekesim geldi..
Uzun zamandır içimde depreşmekte olan bisiklet sürmeye olan özlemim kabardı, hemen gidip bir bisiklet alıp kırlarda süresim geldi..
Romantik şarkılar dinleyip gülümseyesim ve hayal kurasım geldi..
Ama ben yine hiçbirini yapamayıp, filmin büyüsü ve naifliği üzerimdeyken gidip uyudum :)


Michael Radford’un yönettiği 1994 Fransa – İtalya- Belçika ortak yapımı olan The Postman, 1950 li yıllarda ünlü şair Pablo Neruda’nın politik sebepler yüzünden İtalya’da bir adaya sürgün edilmesi ve bu adada yaşadığı kısa süre içerisinde ona mektuplarını taşıyan postacı ile aralarında gelişen arkadaşlık ilişkisini anlatıyor. Film, politik olaylara fazla bulaşmadığı gibi aksine dalga sesleriyle, muhteşem manzaralarıyla, keyifli müziğiyle, metaforlarla, şiirlerle, aşkla dolu.

Neruda’nın adaya yerleştiği günlerde, fakir ve işsiz bir adam olan Mario da çok düşük bir maaş karşılığında bisikletle postacılık yapmaya başlar. Fakat o yörede pek okuma yazma bilen olmadığından zaten sadece Neruda’ya mektuplar gelmektedir. Üstelik dünyanın dört bir yanından. Mario her gün mektuplarını götürdüğü bu ünlü şairle zamanla dost olmaya başlar. İkisinin arasında şiir üzerine, metaforlar üzerine mükemmel sohbetler yaşanır.. Derken Mario bu şiirle araladığı yeni dünyada güzel Beatrice e aşık olur. Kelimelerin büyülü dünyası ve Neruda’nın sayesinde de aşkını dile getirip, kızı ikna eder ve evlenirler. Bu sırada Neruda’nın sürgün kararı bozulur ve şair ülkesi Şili’ye geri döner. Ama arkasında bıraktığı Mario’ya şiir sevgisi yanında koministliği de bir miktar aşılayarak.

Postacı, gerçekten baştan sona mükemmel fotoğraf karelerinden oluşmuş gibi.. Ve benim gibi metaforları fazlasıyla seven ve sıkça kullanan biri için film kendisi de bir şiir gibi.. Soundtrackine sahip olan varsa ve benimle paylaşırsa sevinirim diyerek yazımı filmden aldığım bolca replikleri sıralayarak bitireyim :)
Keyiflenmek istediğinizde bu naif filmi mutlaka izleyin..




*******

Birden okyanusta sürüklenen büyük, tüylü bir kuğu gibi
Buruşmuş ve hissiz hissediyorum kendimi.
Berber dükkanının kokusu beni hıçkıra hıçkıra ağlatıyor.
Bir insan olmaktan yoruldum.
Pablo Neruda

*******

-Bay Pablo, metafor ne demek?
-Bir şeyden bahsederken onu başka bir şeyle anlatmak. Mesela.. “gökyüzü ağlıyor” dediğinde ne demek istersin?
-Yağmur yağıyor.
-İşte bu bir metafor.
-O zaman kolaymış. Neden öyle karmaşık bir adı var?
-İsimlerin basitliğiyle veya karmaşıklığıyla işimiz yok.
-Dün sizin kitabınızda okuduğum bir cümle.. “Berber dükkanının kokusu beni hıçkıra hıçkıra ağlatıyor”.. Bu da metafor mu?
-Hayır. Pek sayılmaz.
-Anlayamıyorum. O zaman neden Berber dükkanının kokusu beni hıçkıra hıçkıra ağlatıyor dediniz?
-Bak, Mario… Kullandığım sözcüklerden daha farklı olarak nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. Şiir açıklandığında sıradanlaşıyor. Açıklamaktan daha iyisi, şiirin ortaya çıkardığı duyguların, onu kavramaya müsait bir ruh tarafından bizzat tecrübe edilmesidir.

*******

-Nasıl şair oldunuz?
-Koy kıyısı boyunca yavaş yavaş yürüyüp etrafına bakmayı dene..
-Böylece aklıma metaforlar mı gelir?
-Kesinlikle. İstemek önemli değildir, görüntüler kendiliğinden ortaya çıkar.
-“Gülümsemesi yüzünde bir kelebek gibi yayılıyor
Gülüşü bir gül gibi, saplanan bir zıpkın, köpüren sular gibi,
Gülüşü aniden gelen, gümişi bir dalga gibi, bembeyaz bir okyanusun kıyılarında olmak gibi..”
……..
-İşte bu.
-Bütün dünya, bu deniz, gökyüzü, bulutlar aslında başka bir dünyanın metaforu mudur?
Öyleyse herşey, başka bir şeyin metafor mu oluyor aslında?

*******

En derin düşünce bile çok dinlenildiğinde aptalca gelir.

*******

Sessizliğini..
Sessizliğini seviyorum.
Sanki yokmuşsun gibi.

*******

Mario’nun metaforlarla aklını başından aldığı güzel Beatrice’in ninesi paniğe kapılıp torununa şunları söyler:
Bir erkek seni sözleriyle okşamaya başladığında, elleriyle daha ileriye gider. Sözler en kötüsüdür. Metaforlarıyla seni fırın gibi kızıştırmış. Tek sermayesi ayak parmakları arasındaki mantar olan bir adam o. Ama ayakları ne kadar mikrop doluysa dili de kandırmaya o kadar müsait. “Gülümsemen kelebek gibi uçuyor.” diyen biri yerine barda kıçını çimdikleyen bir sarhoşu tercih ederim. Konu yatağa gelince şair de aynıdır, papaz da, hatta kominist de!

*******

Gözlerinin güzelliğini gizlice yanımda taşıyorum, Beatrice.

*******

Ve son olarak filme damgasını vuran replik:

Neruda’nın şiirlerini alıp yazıp Beatrice’e veren Mario’ya kızınca şair, benim şiirlerimi çalmana izin vermedim diye çıkışınca, Mario da cevaben der ki:

“Şiir, onu yazana ait değildir.
.. Ona ihtiyacı olana aittir.”

!
!

13 Ağustos 2010

34

.


Márta Sebestyén - Szerelem, Szerelem



Geçen sene yaşgünümde dilediğim şey gerçekleşti..
Dans etmeyi istemiştim 34. yaşımda..
Ve bu dünyadaki 34.yılımın tamamını dans ederek yaşadım..
Ne içimdeki müzik sustu, ne de yerime oturdum müzik çalmaya devam ederken..
Siyahın ve Kızılın içiçe geçtiği, ihtirasın parmak ucundan bakışlara kadar tüm bedene yayıldığı, rüzgarın tülleri uçuşturduğu, kokusu hem tene hem cana işleyen harika bir danstı..
Çok güzeldi.. Çok doyurucuydu.. Çok da yorucuydu..
Hem doydum hem yoruldum..
Artık dans etmek istemiyorum..
O yüzden 35. yaşım bana huzurlu bir uyku getirsin..
İçimdeki müzik ninni olsun..
En sevdiğim filmin en sevdiğim sahnesindeki en sevdiğim Macar Ninnisi Szerelem (Aşk), bütün bir yıl yüreğimi sarsın ve dinginleştirsin..
ve ben tatlı bir uykuya dalayım..