29 Nisan 2009

İmkansız Aşk



Erol Evgin - Ben İmkansız Aşklar İçin Yaratılmışım

“Yaşamak denilen muammayı şimdi tarif edemem sana, artık tarif edemem.
Seni tanıdığımdan bu yana yaşamla, genel olarak yaşamla değil, birebir yaşamla; nefes alıp vermekle, yemekle, içmekle, sevişmekle tarif edilen yaşamakla ilgili bütün önkabullerim, deneyimlerim, tasarımlarım altüst oldu. Sende gördüğüm yaşamaksa eğer; biz, diğerleri herkes aslında yaşamıyoruz. Öyle değilse, gerçekte sen yoksun.”
diyor daha ilk tanıştıklarında yazdığı bir mektubunda adam kadına..


adam aşık ..
ruhunu sürüklenmeye bırakabilecek denli büyük bir tutkuyla bağımlı kadına..
öyle kuvvetli bir tutku ki yaşadığı, üç beş aylık süren bir heves değil.. birkaç aylık süren bir şehvet hiç değil..
öyle bir sürüklenme ki, yirmi yıllık bir evliliği bitirip iki çocuğunu da geride bırakıp gidiyor..
öyle bir ruh parçalanması ki, kadının onu aslında umursamadığını hissetmesine rağmen terk edemiyor..
öyle bir aşk ki, kadını bırakıp gitmeyi düşündüğü anlarda, o bedeni bir daha çıplak göremeyeceği için nefes alamıyor..
öyle bir çaresizlik ki, ne gidebiliyor, ne kalabiliyor..
öyle hastalıklı bir sevgi ki, kadının tüm yalanlarına bile bile kanıyor..


aslında her hikaye gibi dolu dizgin başlıyor aşk..
ama bu hikayede farklı olan şey: süre..
bu deli dolu savruluş birkaç ayda bitmiyor, yıllar sürüyor..
iki yıl sonra bile kadına aynı şiddette bağlı, aynı saplantıyla tutkun çünkü adam..


bir zamanların çok ses getiren bir kitabıymış İmkansız Aşk..
bir adamın, tuhaf, farklı bir kadın yazara hissettiği duyguları yazıyor kitap, adamın dilinden..
söylentilere göre; kitap piyasaya çıktıktan kısa bir süre sonra, bu ilişkiyi bilenler ve mekanları tanıyanlar sözkonusu kadının, yazar Aslı Erdoğan olduğunu ortaya çıkarıyor, Aslı Erdoğan da bunalıma giriyor ve baskılar durdurulup kitap piyasadan çekiliyor..


Geçtiğimiz haftalarda KitapKurdu sitesinde gezinirken ilgimi çekince kitap alayım dedim, ama bulamadım, Depomm da istek yazısı yayınlayınca sağolsun Cenk bulup yolladı kitabı..
Elime aldım, bir solukta okudum denir ya hani işte öyle okudum ve bitirdim bikaç saat içinde..
Hiç edebi kaygı güdülmeden, sanki bir arkadaşına yaşadığın aşkı anlatır gibi, hatta kusar gibi yazılmış..
size de bu savuran yoran aşkı dinlemek kalıyor..


Yine bir mektubunda diyor ki adam:
"Hep insanlardan, benim insanlarımdan, başka bir insan yaratmaya çalışmışımdır: Kendi mükemmel insanımı.. Bütün ilişkilerimi o yarı hayalle sürdürmeyi başardım. Bir hayali kontrol etmek, gerçek bir insanı kontrol etmekten daha kolay geldi bana hep. Şimdi ilk kez bunu başaramıyorum. Neden? Galiba sonunda buldum: Seni düşünürken etten kemikten biriymiş gibi düşünemiyorum. Sen zaten insana gerçeklik hissi vermiyorsun. Hayatıma bir hayal gibi girmişken, senden bir başka hayal nasıl yaratabilirim?"


Keşke diyorum bu tutkulu hikayeyi kadının anlatımından da okuma şansımız olabilseydi..
Her ilişkiyi taraflar farklı yaşar evet ama bu ilişkide fark öyle büyük ki..
Adam savrulurken, yanarken, nefes alamazken.. kadının o vurdumduymazlığının, hatta öteki adama gidişlerinin, bu adama geri dönüşlerinin altında yatan hisleri de ondan dinleyebilseydik keşke..



Adama acıyor, adama kızıyor, bu kadar aciz olduğu için asla o kadının ruhunu ele geçiremeyeceğini yüzüne haykırmak istiyorsunuz, ama yine de onu anlıyorsunuz..
Anlıyorsunuz çünkü gerçekten büyük bir tutku ve bağımlılık var ortada..
bağlılık değil de bağımlılık..
Usul sakin bir sevgi değil de, ruhunu parçalayan bir aşk..


Ben adamı çok iyi anladım.. çok da iyi anlatmış zaten..
yaşadıklarını, hislerini, terk edemeyişlerini, hep geri dönüşlerini, hastalıklı bir sevginin ortasındaki çırpınışlarını, hep yenik düşüşlerini..
Ama kitabı okurken şunu fark ettim aslında… ben hep kadını anlamaya çalışıyordum..
o ne hissediyor??
Deyimi yerindeyse kapısında yatıp kalkan, tutkulu bir aşık var hep yanında..
Ama kadının ruhu ise onu sevmeyen başka bir adamın peşinde..
O adama gidiyor, dağılıyor, gelip ruhunu iyileştirmek için ona bağımlı bu aşığa sığınıyor..
Ama bunların hiç birini planlamıyor, öyle.. öyle yaşıyor o da kendince aşkını..
ya da yaşayamıyor..


Herkes kendince yaşıyor ya zaten hislerini..
bazen birbirinden çok uzağa düşüyor hisler..
madalyanun iki farklı yüzü gibi..
biri diğerini göremiyor..
görse de.. kendi yaşadıklarında, kendi hislerinde takılı kalıyor..


Ele geçtim diyor adam, itiraf ediyor içindeki her şeyi..
Ele geçtim. Ele geçmenin ne olduğunu bilir misiniz? Ele geçmek deneyimlerden ve kendine ait tasavvurlardan vazgeçmek demektir. Alışkanlıklarından, tarzından, arkadaşlarından, hatta kendinden..
Onun evine gittiğim ilk gün kapının ardında bıraktım kendimi. Ona, o eve dahil oldum. Kendi gerçeğini uzun zaman önce yitirmiş bir kadına ve o eve..


Sevdiğini, kardeş sevgisi gibi sevenlerin anlayabileceği bir hikaye değil bu..
Aşkı, ilk birkaç ayda yaşanan heves sananların da anlayabileceği bir hikaye değil bu..
3 yıl önce tutkuyu anlatmaya çalıştığım yazımdan birkaç cümleyi yineleyerek bitirmek istiyorum:
tutkuyu duyabilmek de herkesin harcı da değildir..
zira bahsettiğim liseli şehveti değil..
tutku rafine bir ruh yaşam gustosu ve hatırı sayılır yaşanmışlık gerektirir..
ruh zenginliği olmayan birinin ruhunu bu derece parçalanmaya bırakabilmesi düşünülemez..
ruh zenginse şımartılabilinir tutku ile..
ve hüzün göze alınabilinir, acı göze alınabilir..
yoksa yaşamın kenarından seyredenlerin harcı değil tutku..

23 Nisan 2009

Doğmamış

Dikkat bu yazı The Unborn filmi hakkında spoiler içerir :)




SAMAEL - BORN UNDER SATURN

Sadece izleyip beğendiğim filmleri değil de izlediğim her filmi kısa da olsa not düşmek istiyorum artık.. Bu başlangıç için de 2009 yılının başını seçtim hatta..
İlk izlediğim film
Stuck tı ve onun hakkında yazdım da zaten..
Koza ve Kasaba hakkında hiçbir şey yazamayacak durumdayım, çünkü ikisini arka arkaya izlediğim o akşam ruh hali olarak pek de iyi olmadığımdan ne filmlere kendimi verebildim, ne de filmler beni sarmaladı :) Daha sonra The Unborn u izlemiştim sinemada..

David S. Goyer'in, bizzat kendisinin yazıp yönettiği ilk korku filmi..
Goyer uzun zaman ikizler üzerine araştırmalar yapıp yazmış senaryosunu..
Bu arada hemen yönetmenin kendi sözlerine yer vermek gerek:
“İkizleri daima korkutucu bulmuşumdur. Aklıma doğmamış ikizinin musallat olduğu bir insan hakkında bir fikir geldi. Hamilelik sırasında biri gelişirken diğeri ölen ikizler hakkında birçok hikaye duymuştum. Bu durumun ikizlerden hayatta kalan üzerinde nasıl bir psikolojik etkisinin olacağını düşünmeye başladım. Araştırmalarım sonucunda gördüm ki, ikiz sahibi ebeveynler, ikizlerden biri ölünce diğerine bu olayı anlatmıyor; dolayısıyla hayatta kalan, tek çocuk olduğunu sanarak büyüyor.”
Goyerin bu konudaki araştırmaları onu, Yahudi soykırımına ve Nazilerin soykırım boyunca yaptıkları korkunç deneylere kadar götürmüş. Bunların en bilineni ise Ölüm Meleği olarak tanınan Dr. Mengele’nin Auschwitch toplama kampında Yahudi ikizler üzerinde yaptığı deneylerdir.

Naziler, ikizlerin genetiğin gizemini çözeceğine inanıyorlardı. Bu yüzden ikiz çocuklar üzerinde deneyler yapıyorlardı. Bilimselliğin sınırlarını zorlayan, korkunç deneyler. Saplantılarından biri de göz renkleriydi. Ari ırkın mavi renk gözlere sahip olması gerektiğine inanan Mengele, deneme yanılma yoluyla kahverengi gözlerden mavi gözler yaratmaya çalışıyordu. İğneler bazen kör ediyor bazense öldürüyordu..


Doğmamış, tüm bunlardan esinlenerek yazılmış bir senaryo..
Auschwitch kampında biri kız biri erkek olan ikiz kardeşlerden erkek olan deneyler sırasında ölür, fakat iki gün sonra yeniden canlanır, tabiî ki artık farklıdır.
Bir Dybbuk onun vücudunu ele geçirmiştir artık.

Dybbuk: Lanetlenmiş, cennete alınmamış bir insan ruhu. Sonsuza kadar cennetle dünya sınırları arasında dolaşan bir ruh. Yaşayabileceği bir vücut bulmaya çalışır. Bazı insanlar bu dünyaya açılan geçiş kapısıdır. Özellikle ikizler. Çünkü onlar bir çeşit ayna gibidirler. Ve aynalar öteki dünyaya açılan geçiş kapılarıdır.

Kızkardeşi, iki gün sonra canlanan kardeşinin artık eskisi gibi olmadığını anlayıp onu öldürür. Ve böylece ailenin üzerine Dybbuk laneti çöker..
Biz filmde yıllar sonra bu kardeşini öldüren küçük kızın torununun başına gelenleri izleriz. Güzel Casey nin başına gelenleri..
Casey nin daha anne karnındayken gelişemeyip ölen hiç bilmediği bir ikiz erkek kardeşi vardır.. ve o artık Doğmak istiyordur..

Filmin gerisi bilindik bir korku hikayesi..
Dybbuk un Casey nin ruhunu ele geçirmeye çalışması, etrafında ona yardım etmeye çalışanların ölmesi ve en nihayetinde de şeytan çıkarma sahnesi ile film son bulur..

Çoğu filmde olduğu gibi bu filmde de sonu beğenmedim..
Görkemli bikaç sahne olmasına rağmen sonundaki şeytan çıkarma sahnesi korkutmak şöyle dursun neredeyse güldürüyor insanı..
dakikalardır sizi geren ürküten sahnelerin izi bir anda siliniyor..



Filmde en beğendiğim sahneler; huzurevinde büyükannenin ölümünü gösteren sahnelerdi..
yatalak Elinin köpek şeklinde yürüyüşü ve kafasının da ters duruşu ve o halde kadının üzerine bir koşuşu vardı ki.. hakkaten iyiydi yani :)

Çok fazla bir şey beklemeden izlenmeli film..
Çekimler, müzik kullanımı, oyunculuk falan iyi sonuçta..
modern zamanlarda çekilmiş bir korku filmi en nihayetinde..
orta karar diyelim :)
Ve tabiî ki böyle ruhlu cinli filmlerden korkuyorsanız asla izlemeyin.. çünkü banyoya her girdiğinizde lavabonun üstündeki aynanın ardından korkunç bir dybbuk çıkacağını düşünebilirsiniz uzun bir süre :)

Filmin sonundan bir repliği yazarak bitireyim ben de..
Dünya zaten hiçbir zaman güvenli bir yer olmadı. Biz onun hep güvenli olduğunu hayal edip durduk. Ama değildi.
Kötülük her zaman korkudan güç alır.



14 Nisan 2009

Kozayı Yırtmak




DARKSEED - FLYING TOGETHER

“Bir gün, bir kozada küçük bir delik açıldı ve bir adam bedenini bu küçük delikten çıkarmaya çalışan kelebeği saatlerce seyretti. Sonra, kelebek sanki daha fazla ilerlemek istemiyormuş gibi durdu. Sanki, ilerleyebileceği kadar ilerlemişti ve artık daha fazla ilerleyemiyordu.
Ve adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline bir makas aldı ve kozayı keserek deliği büyüttü. Kelebek kolayca dışarı çıktı. Fakat bedeni kocaman ve kanatları kuru ve buruşuktu.
Adam, kelebeği izlemeye devam etti. Çünkü zamanla kanatlarının büyüyüp bedenini taşıyabilecek kadar genişleyebileceğini umut ediyordu.
Fakat bu olmadı!
Gerçekte, kelebek ömrünün geri kalanını o kocaman bedeni ve kuru, buruşuk kanatları ile etrafta sürünerek geçirdi. Uçmayı hiç başaramadı. Adamın bu aceleci iyiliği içinde anlayamadığı bu kısıtlayıcı kozanın ve kelebeğin o küçücük delikten dışarı çıkmak için verdiği mücadelenin, kelebek için gerekli olduğuydu.
Çünkü bu, yaşam sıvısının kelebeğin bedeninden kanatlarına doğru akmasını sağlamak için bir yoldu, böylece kelebek kozadan kurtulduğu anda uçmaya hazır olabilecekti.”


Bu kısa hikaye bir anda ne çok şeyi anlamamı sağladı geçtiğimiz hafta..
Hem kelebek oldum hikayede, hem de kelebeğe yardım ettiğini sanan ama onu sakat bırakan adam..


Bazen öyle değil midir..
Yardım ettiğimizi sanırız sevdiğimiz insanlara..
Oysa onlar sandığımız kadar güçlü değildir..
Hazır değildir uçmaya..
Biz onlar için hayatı kolaylaştırmaya çalışırız kendimizce..
Önlerindeki güçlükleri yokedivermek isteriz..
Gözden kaçırdığımız nokta burada işte..
O, o zorluğu kendi aşmalıdır..
Kozasını kendi yırtmalıdır..
Ne zaman hazırsa..
Ne zaman güçlü olduğuna inanırsa..
Ne zaman isterse..


Bazen öyle değil midir…
Sevgimiz zarar verir sevdiğimiz insanlara..
Oysa onlar sandığımız kadar istemiyorlardır sevgimizi..
Hazır değillerdir yüreğinize konmaya..
Onlar kozalarında mutludur..
Bize dışarıdan bakınca mutsuzmuş izlenimi verseler de, mutludurlar orada, kozanın içinde verdikleri mücadelede..


Evet koza, onun uçmasını engeller.. ama kozadan yanlış zamanda çıkması da onu sakat bırakır.. bu ne yaman bir çelişki değil mi..
Öyleyse doğru zamanda kilitleniyor her şey..
Ve bırakalım da doğru zamana kelebek kendisi karar versin..
Kanatları henüz gelişmemiş uçamayan sürünen bir kelebek mi istediğin.. yoksa birlikte uçmak mı??
Öyleyse.. onun kanatlarını geliştirmesini ve kozasını yırtmak için hazır olmasını beklemek zorundasın..


Sen ondan çok önce gelişmiş, güçlenmiş, kanatlanmış bir kelebeksen eğer bu da maalesef madalyonun diğer yüzü..
Kelebeklerin ömrü kısa olur..
Ya onu kozasıyla başbaşa bırakıp uçup gidersin..

Ya da bekleyip, O güçlenip kozasını yırtıp, kanatlanıp uçana kadar sen çoktan ömrünü tamamlamış olursun..

6 Nisan 2009

Güneşi Hisset



U2 - Beautiful Day

Bir mayıs gününde görüntüledim bu güzel kızı gelinciklerin ve papatyaların içinde..
Onun mutlu olması için büyük şeyler gerekmiyordu..
Güneşli bir gün ve kırlarda olmak yetiyordu..
Onun için herşey bir macera demekti ki zaten..
Hayal gücü öyle büyüktü..
Evimizin karşısındaki bu kır, onun hayalinde bir adadaydı..
Ve biz o adada koşturup duran bir anne kızdık..


"Griye Veda Renklere Merhaba" projesinin 4. ayağında da Bursa Anadolu Kız Lisesinde bu fotoğrafım sergilendi..
Daha önce sırasıyla;
Huzurun Dili adlı fotoğrafım ile İhtiyar Balıkçı adlı fotoğrafım sergilenmişti..
Ve ben yine yine gidemedim işler yüzünden kokteyle de törene de..

Arkadaşların anlattığına göre şimdiye kadarkilerden en güzel tören bu olmuş..
Kız Lisesi bandosuyla başlayan açılış, İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü, Kız Lisesi Müdürü Zafer Ağaoğlu ve Dr. Ceyhun İrgil tarafından yapılan açılış konuşmalarıyla devam etmiş. Asılı olan fotoğraflar gezildikten sonra kokteyl masaları başında yapılan hoş sohbetlerin ardından konferans salonuna geçilip fotoğraf gösterileri ve plaket töreni yapılmış..
Ve biz de böylece bir okulun daha duvarlarını renklendirmiş olduk..


Hep içimizdeki çocuğu öldürmemekten bahsederiz..
Bu öyle çok da kolay bişey değil malesef..
Bırak onu, bunu, şunu.. hayat zaten yeterince zor..
Hayatın tüm sıkıntılarından arınıp, bir haftasonu Ağvaya kaçıp, nehrin üzerinde kahvaltı yapıp mutlu olabilecek misin ondan haber ver bana..