31 Ocak 2009

Hayallerim..



(PET SHOP BOYS - DOMINO DANCING)

Taaa eylül ayında mimlemişti beni sevgili GoddesArtemis..
Zaten ebelenince ben, aylar sonra sobeleyebiliyorum ki ancak..
ama hiçbirini unutmuyorum mimlerimin yine de :)
Evet bu kez mim konumuz:
Vazgeçtiğimiz Hayallerimiz
Gerçekleşen Hayallerimiz
Ve Şimdiki Hayallerimiz


hayal ile amaç ı her zaman birbirine karıştırmış bir kadın olarak ben hala zorlanmaktayım bu konuda..
hayal kurmayı bilmiyordum.. daha çok önüme amaçlar koymayı biliyordum, eskiden..

sonra fark edince hayal kuramama problemimi.. çözmek için uğraşıp zamanla az da olsa başladım hayal kurmaya..

lafı fazla dolandırmadan hayal çıkınımı açıp döküyorum ortaya hayallerimi :)


Vazgeçtiğim Hayallerim:

1) Neredeyse tüm çocukluğumu tek bir şarkının ve klibin hayranı olarak geçirdim..

Pet Shop Boys’un Domino Dancing şarkısının klibi..
ve o zamanki hayallerimde hep, büyüdüğümde o klipteki kız gibi güzel olmak vardı !!

e tabi bizim çocukluğumuzda şimdiki gibi öyle her açtığın kanalda birbirinden güzel kızlar yoktu :)
ve beta kasetli bir videomuz vardı bizim, Trt2 deki Pop Saati programından ben bu klibi kayıt etmiştim..

o kıza hayrandım gerçekten..
her akşam okuldan geldiğimde mutlaka en az bir kez izlerdim :)
ve evet her gece, büyüdüğümde o kız gibi olmak hayali kurardım :)
ve o kızın gibi kıyafetlerim olmasını :)
Her şeyin istemekle mümkün olmadığını öğrenip vazgeçtim büyüyünce..

2) Seri katillerin izlerini süren müthiş bir dedektif olmak hayalim de vardı :)

evet bu da çok uzun bir zaman hayalim olmuştu..
Psikolojik profillerini incelemek, çözülememiş davaları çözmek :)
Fakat ben bu hayali kurmaya başladığımda epey büyüdüğümden ve artık mesleğimi seçmiş bu yolda ilerliyor olduğumdan, bu hayal daha baştan olmayacak, vazgeçilecek hayallerdendi..
vazgeçtim..

3) Güçlü, tutkulu, anlayışlı, dengeli, bardağa dolu tarafından bakan, coşkulu, kültürlü, hayatını sadece çalışmak, yemek yemek ve uyumakla tüketmeyen, birikimli ve kaliteli bir eş ile birlikte içinde çok mutlu olabileceğim bir evlilik hayalim vardı :)
Hem evlilik çıkmazının tüm sokaklarını gördüğümden hem de öyle bir eş bulmanın imkansız olduğunu anlamamdan dolayı vazgeçtim..



Gerçekleşen Hayallerim:

1) Çocukluğumdan beri hep bir kızım olmasını hayal etmiştim..
hayal ettiğimden bile tatlı bir kızım oldu..

2) Kızım 2.5 yaşına geldiğinde, boşanıp sadece kızımla bir hayatım olmasını hayal etmeye başladım..
Her gece yatağa yattığımda bunu hayal ederek uyudum, her sabah işe giderken yolda böyle bir hayatın hayallerini kurdum..
Ve kızım 6 yaşına geldiğinde hayalime kavuştum..

3) Kızımla, ailemle, kitaplarla, filmlerle, müzikle, fotoğrafla ve sanata da kültüre de hayatında önemli derecede yer veren insanlarla çevrili bir hayatım ve huzur kokan renkli cıvıl cıvıl bir evim olmasını hayal ederdim..
İki yıldan uzun bir süredir böyle bir hayatım var..

4) Sorunlu ve dengesiz insanları, enerjimi sömüren insanları hayatımdan temelli çıkarabilmeyi hayal ederdim..
bunu yapabilmeyi öğrendim..

5) Bir kişinin bile olsa, beni yüzeysel değil, tüm ayrıntılarıma kadar tanıyıp sevmesini hayal ederdim, sadece güzel ve iyi yanlarımı değil, gizlediğim özelliklerimi bile yakalasın, bakışımdan duruşumdan bile ne demek istediğimi anlasın, yani hiçbir şeyimi gizlememe gerek kalmadan her şeyimle beni görebilen biri olmasını ve o birinin beni çok sevmesini hayal ederdim hep..
Oldu..

6) Lüks hayallerim hiç olmadı .. kimseye muhtaç olmadan, rahat yaşayabilmeme yetecek miktarda para kazanabileceğim, masabaşı bir işim olmasını hayal ederdim..
idare ediyorum diyecek kadar gerçekleşti sayılır bu hayalim de..

7) Kızımın da benim gibi sanata ve kültüre önem vermesini, hayata dar ve küçük bir pencereden at gözlükleriyle bakmamasını, onu güçlü, değişime ve gelişime açık yetiştirebilmeyi hayal ederdim..
elbette bu yaşamın sonuna kadar sürecek bir hayal ama şimdilik her şey istediğim gibi gidiyor..
zevkler ve hobiler aynı doğrultuda ilerleyince, hayalini kurduğumuz pek çok şeyi birlikte yapabiliyoruz :)


Devam Eden Hayallerim:

1) En büyük hayalim; kızımın sağlıklı olması, iyi bir eğitim alabilmesi ve ileride onu mutlu edebilecek ve ayakta durmasını sağlayacak seveceği bir mesleği olması.. ve onu kendi hayallerinden bile daha mutlu edebilecek bir hayat arkadaşı bulabilmesi.. yıkılmadan her zorluğun üstesinden gelebilmesi.. coşkulularını kaybetmemesi..

2) Kızım dışındaki en büyük hayalim bir kitap kafe..
Kendi seçeceğim şarkıların çalacağı, içerisi kitaplarla ve dergilerle dolu, dekorunu da kendimin yapacağı, zaman zaman film gösterimleri de yapabileceğim, çeşitli sanat ve kültür aktiviteleri de yapılabilecek, müşterilerine küçük sürprizlerin yapılabileceği, güzel sohbetlere eşlik edecek sıcacık bir kafe :)
Ve elbetteki kafemin adı: 7.oda :)

Ve böyle bir kafem olduğunda da doğal olarak şimdiki işime ihtiyaç duymamak, dinozor yöneticilerin arızalarıyla ve ağız kokularıyla uğraşmamak..

3) Rammstein ı konserde en önde izlemek :)

4) Annemin, babamın ve kardeşimin sağlık problemleri olmadan yaşamaları ve kardeşimin bir gün istediği yerlere gelebilmesi..

5) Deniz kenarında kocaman bahçeli bir köy evi..
ama köy evinin içinde teknoloji full :))
Süper bir ısıtma sistemi olacak, süper bir ev sinema sistemi de olacak tabi..
hayatımın sonuna kadar böyle bir yerde yaşayabilirim sesim çıkmaz :)

6) Pek çok sahil kentini ve pek çok ülkeyi gezmek, koklamak, fotoğraf çekmek..

7) Daha çok kitap, dergi okuyabilmek, daha çok film izleyebilmek :)
bunları yapabilmek için daha çok zaman ve daha çok paraya sahip olmak :)

Madem ki Hayat Bir Hayaldi..
Yaşayalım Öyleyse..

26 Ocak 2009

2009 ve Aslan




(DOLORES O'RIORDAN - BLACK WIDOW)

Aslan ve Yükselen Aslan Burçları bu sene evlilik konusunda daha ciddi düşünüp aniden evlenme kararı alabilirler. Bu konudaki karamsar düşüncelerinden sıyrılacaklardır çünkü. Jüpiter iyimserlik ve inanç aşılayacaktır. İkili ilişkiler kurduğu kişiler artabilir, artı bir ilişkileri yoksa bu sene evlilik düşünmelerine neden olabilecek kişilerle tanışabilirler. 2009'un en şanslı burçlarından diyebiliriz :)

diyor, MevsimlerGibi sitesinde bir
yazıda..

benim hem burcum Aslan, hem de yükselenim Aslan,
yani bu ne demek oluyor...
yandımmmmmm.. çift kat etkileyecek beni bu Jüpiter denen gezegen..

hayır hiç ama hiç ihtimal vermiyorum böyle bir şeye..
değil jüpiter 9 gezegen birleşse yine de içime evlilik konusunda iyimserlik ve inanç aşılayamaz..
hayır bi de şans demiş.. bunun neresi şans.. o hatayı ben bir kez yapmışım yıllar önce başıma geleceklerden habersiz.. şimdi bu yaşımda ve bu tecrübelerimle ben buna şans değil olsa olsa kara talih derim ancak..
benden yeniden bütün hayatımı alacak kadar aklımı kör etmesi mümkün mü bir erkeğin..
kesinlikle hayır..

yine de arkadaşlar hepinize sesleniyorum buradan..
2009 da böyle ani kararlar verip saçma sapan hareketlerde bulunursam, beni uyarınız !!
yaşadığım tüm berbat şeyleri unutup, yeniden bir erkeğe ve sevgisine güvenirsem beni dövünüz !!

20 Ocak 2009

Bir Şeyler Eksik



(DRUGSTORE - I KNOW I COULD)


Yazarı Bülent Somay’ın deyimiyle: “Arada sırada tezlere de rastlanabilecek, aforizmalar şeklinde kurulmuş bir denemeler kitabı” Bir Şeyler Eksik –Aşk, Cinsellik ve Hayat Hakkında Bilmek İstemediğimiz Şeyler-

Okuyanı 7.oda nın deyimiyle ise: Bir Başucu Kitabı..


Defalarca okunacak, okunması gereken, yoran, düşündürten, yıkan, yeniden oluşturan, kızdıran, sakinleştiren ama en nihayetinde hayata ve kavramlara bakışınızda yepyeni pencereler açan ve varolan pencerelerinizi sarsan bir kitap..

Hep başucunuzda duran ve sık sık dönüp baktığınız, bazen içinden sadece bir paragrafı okuduğunuz bazense yeniden kendinizi kaptırıp bikaç sayfayı bir anda yuttuğunuz kitaplardan..

Altını çizmediğim yer yok gibi kitapta neredeyse benim..
Şu anda da hepsine değinmeme imkan yok ama Bülent Somay kitabının giriş kısmında
psikanalizin bir cevap verme / çözüm sunma tekniği değil, bir soru sorma yöntemi olduğunu söyleyerek ve devamında psikanalizin ne olduğu üzerine muhteşem bir anlatım sunarak bize, kitapta nelerle karşılaşabileceğinizin ipucunu veriyor..


Psikanaliz bize cevaplar vermez, çözümler sunmaz; çünkü bunları yapabilmesi için onu uygulayan kişinin, yani psikanalistin, doğru cevapları bildiğini varsayması gerekirdi.
Oysa psikanalist de sizin bizim gibi bir insandır, psikanaliz tekniğini bilir, bu konuda uzamandır; ama doğru/yanlış gibi temelinde etik bir konu hakkında hiçbirimizden fazla bir fikri yoktur, olamaz da – yoksa psikanaliz uzmanı değil hakikat uzmanı olurdu.

Psikanaliz pratiği bize bazı davranış bozukluklarının “giderilebilir” olduğunu söylese de, “ruhsal sorunların”, yani kişilik özellik / bozukluklarının, nevrozların ve hele hele psikozların “yok edilebileceğine” dair hiçbir şey söylemez.
Psikoterapinin bu durumlarda sunabileceği en iyi şey, bu “sorunlarla” başa çıkmanın, bir arada yaşamanın öğrenilmesi olabilir.
Psikanaliz doğruları bilmez, onları aramamıza yardımcı olabilir sadece.
Bazı psikanalistler bize kendi “doğru”larını empoze etmeye çalışırlarsa, bu psikanalizin suçu değildir.



Öyle ya gerçekten..
mutlak doğru nun olmadığına inandım ben de hep yıllardır..
Ve hatta doğru unun sadece kişiden kişiye değişebilen değil, zamana bağlı olarak da değişebilen bir şey olduğuna..
Bu yüzden çok önce vazgeçmiştim geleceğe dair konuşmaktan, geleceğe dair sözler vermekten..
Çünkü ancak bugün için doğrularım var benim.. yarın düşüncelerim de doğrularım da değişebilir..
Bana doğru gelen pek çok şeyin bir başkasına göre doğru olmadığını, onlara doğru gelen pek çok şeyin de bana göre doğru olmadığını gördüm sonra..


Büyük bir savaş var ortada..
herkes kendi doğrusunu mutlak doğru olarak benimsemiş, herkes kendi düşüncelerini karşısındakine empoze etmeye, kabullendirtmeye çalışıyor..
olmayınca, olamayınca, karşı taraf onun doğrusunu kabul etmeyince hırçınlaşmaya başlıyor.. tartışmalar, gürültüler, kavgalar, savaşlar..
bakın hepsinin özüne..
aslında hepsinin özünde aynı şey var..
kendi düşüncemizi, kendi doğrularımızı karşı tarafa kabul ettirememek..

Bu açıdan düşününce Bülent Somay ın dedikleri nasıl da oturuveriyor hemen içimde yerine..
Evet; depresyon şikayetiyle mesela bir “uzman”a gitsem diyor yazar, saçlarımı ve sakalımı kestirmiş, takım elbise giyer halde çıkabilirim o uzmanın kapısından mesela.. çünkü o uzman benim yaşımda bir türk erkeği için “doğru” olanın bu olduğuna inanıyor olabilir diyor..

Hemen hızlıca düşünüyorum kendi yaşamımı..

ben bir psikanaliste hiç gitmedim ama benim hayatımda bana hep “doğru”ları göstermeye çalışan insanlar oldu.
Onlar kendilerince uzmandılar.. ve onların düşünceleri “doğru”ydu.
Benim düşüncelerim yanlıştı..
daha düne kadar bile; benim için nelerin doğru olduğunu nelerin yanlış olduğunu bana kabullendirmeye çalışmadılar mı bazı insanlar..
bir kadın nasıl olur..
bir anne nasıl olur..
"uzman"dılar..
uzmandılar çünkü; benim ne düşünmem gerektiğini, neyi doğru bulmam gerektiğini, nasıl yaşamam gerektiğini benden daha iyi biliyorlardı.. ben kimdim ki bilecek ??
beceremeyince, ben hala kendi doğrularımda ilerleyince de saldırmadılar mı ..

Herkes kendi doğrusunu herkes kendi gerçeğini arıyor..
Kitap okurken.. film izlerken… yazarın / yönetmenin o kendi eserine hangi doğrusunu ve gerçeğini işlediğini aramaktan çok, o kitabın / filmin içinde kendi gerçeğimizi ve doğrularımızı aramıyor muyuz?



yazarın kitabı hakkındaki şu güzel açıklamayı da buraya almalıyım ki; bu kitabın herkese değil sadece cesareti olanlara yönelik bir kitap olduğu anlaşılsın..
diyor ki
Bülent Somay;
bu kitapta “Aşk, Cinsellik ve Hayat” hakkında sırlar arıyorsanız, size verebileceğim tek cevap, 42.
Aşk, Cinsellik ve Hayatın birer sırları varsa eğer, o da aşkın hiçbir zaman “bu bildiğimiz” aşk olmadığı, cinselliğin her zaman bugün yaşadığımız gibi yaşanmadığı, hayatınsa hiçbir zaman kendi başına, bağımsız bir anlamı olmadığıdır.
Aşkın bizim bugün tanıdığımız tekeşli heteroseksüel aşk olmasının bir tarihi var.
Başka bir şey iken değişerek bugünkü haline gelmiş, dolayısıyla yarın da bu haliyle kalmayacak.
Aynı şekilde, cinsellik de bizim sandığımız şey değil: İki tek hücreli canlının geçici olarak kaynaşıp ayrılması da cinsellikti.
Sadece bugün için düşünsek de, eşcinsel ve heteroseksüel, sadomazoşist ve fetişist, çokeşli ve tekeşli biçimlerine baktığımız zaman, “cinsellik” dediğimizde hepimizin aynı şeyden bahsettiğimiz bile şüpheli.
Dolayısıyla da yarın alacağı biçimleri ancak hayal edebiliriz bugün – hevesle ya da dehşetle.


Popüler psikanalizin, psikiyatrinin ve psikolojinin ve bir de bu alandaki “uzmanların” önemli bir bölümünün bize söylediği, “sorun çıkarma, normale dön” den başka bir şey değil aslında.
Uyum sağla, razı ol, katlan, kanaat et, iktifa et.
Üstelik bunlar “sus, boyun eğ, itaat et” diyen despot efendiden de beter, çünkü o efendi sesimizi çıkarmamamıza, içimizden isyan etsek de pratikte itaate razıydı.
Oysa bu sanki –psike- vs.lerin bize uygun gördüğü kölelik bununla bitmiyor; onlar içimizden de inanmamızı, rıza göstermemizi, kabullenmemizi istiyorlar.
Normalize olmamızı, ortalamaya yerleşmemizi, sıradanlığa tapınmamızı istiyorlar.


Tüm bu normalize etme gayretlerinin aslında asla kalıcı bir sonuç vermediğini, bastırılmış olanın daima (ama daima) geri döndüğünü, sıradana, ortalamaya uyum sağlamak için gösterilen çabanın, yarın karşımıza patolojiler, nevrozlar, cinsel sorunlar, duygulanım sorunları (“sevememe bozukluğu” diye bir hastalık adı olabilir mi?) ve en nihayet yaşamsal sorunlar, melankoli, nedensiz yas ve intihar olarak çıkacağını da söylüyor yazar..


Yani neymiş..
uzun geleni keserek, kısa geleni de çekip uzatarak aynı “normal” yatağa uydurmaya çalışmayacaksın ey insanoğlu !!


Unutmadan söyleyeyim, kitabın en sevdiğim yanlarından biri, yazarın tüm aforizmalarını filmlerle ve romanlarla ve şiirlerle ve şarkılarla sağlamlaştırması.. Woody Allen dan tutun da Kubrick e kadar, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinden tutun da Leonard Cohenin şarkısına Nazım Hikmetin şiirlerine kadar yok yok.. ve nasıl güzel bir zekadır ki bu saydıklarımla düşüncelerini harmanlayış biçimine hayran olmamak elde değil..

Kitap hakkında da, bende sarsıp yeniden şekillendirdiği düşünceler hakkında da söyleyebileceklerim bitecek gibi değil..

Ama kitabı ilk bitirip de kapağını kapadığımda gözlerimi de kapatmıştım.. ve içimden şu satırlar dökülmüştü..
Hep bilmek istemediklerimizi öğreniyoruz şu hayatta önce...
İlk onları öğrendiğimiz için olsa gerek, bilmek istediklerimizin ne olduğunu unutuyoruz zamanla...
Umarım bir gün hatırlarım.. hatırlarsın..

12 Ocak 2009

Avustralya

Dikkat bu yazı Australia filmi hakkında spoiler içerir :)




(YANN TIERSEN - RUE DES CASCADES)

Bu film için pek çok şey söylemek geliyor içimden..
Güneydeki görkemli uzak ülkenin öyküsü.. uçsuz bucaksız, insana sonsuzluk ile hiçlik hissini aynı anda veren bir doğa Avustralya doğası çünkü..
Naif bir aşk öyküsü.. ve bu naif aşk öyküsünün dış çerçevesini oluşturan tarihi olaylar..
Melez çocukların zorla kültürlerinden koparılması ve asimile edilmeye çalışılması..
Darwin in Japonlar tarafından bombalanması..
Bir kadının dönüşüm süreci..
Yarı Aborjin bir çocuğun, yolculuğu öncesi olgunlaşma süreci..


Evet gerçekten de öyle çok konu var ki..
ana temanın ne olduğunu hemen algılayamıyor insan..
çok fazla konuyu işlemiş olmasının yanı sıra aynı zamanda birkaç sonu da barındırıyor içinde..
bikaç yerde filmi bitti sanıyorsunuz.. ama bitmiyor :)
bikaç filmlik malzeme ve iki filmlik sürenin sonunda.. filmin gerçekten de sonunda, gerçekten her işlediği konuyu sonlandırıyor yönetmen..


Hemen bu noktada yönetmen Baz Luhrmann ın, filmi hakkında söylediği bir şeyi yazmalıyım:
“Elbette filmin ardında ezici bir hırs yatıyor. Çok sık film çekmiyoruz ve çektiğimizde de sınırlarımızı aşmaya çalışıyoruz, elimizde olmayanı yaratmaya çalışıyoruz. Çünkü bu tip şeyler, altın tepsiyle sunulmuyor genelde.. En sevdiğim filmleri suşiye benzetiyorum, kolay elde edilmedikleri için. Epik bir film, bir Pazar günü yiyebildiğiniz kusursuz bir akşam yemeğine benziyor. Önce aperatifler, sonra ana yemek ve son olarak da tatlı. Komediyse komedi, trajediyse trajedi, gözyaşları, kahkahalar, kostümler.. Her şey iddialı. İddialı oyuncular, iddialı bir coğrafya. Ya da asıl iddialı olan o hırs duygusu belki de. Ama çok samimi söylüyorum, elimdeki malzeme büyük bir güç barındırıyor.”
Gerçekten de öyle, yönetmenin söylediği her şeye katılıyorum filmi izledikten sonra..


Film görsel açıdan da öyle doyurucu ki..
özellikle Darwine yapılan Japon saldırısı öyle gösterişli bir biçimde sunuluyor ki, kendimi bir an en iyi savaş filmini izliyor sanıyorum..


Filmde önemli rollerde birkaç Aborjin oyuncu da var..
kuşkusuz en dikkat çekici olanı küçük Nullah (Brandon Walters)..
11 yaşındaki Brandon hayatında ilk kez kameralar karşısına geçmiş ve hatta bunun da ötesinde hayatında hiç sinemaya gitmemiş bir çocuk..
fakat öyle güzel oynuyor ki rolünü.. oynuyor mu yaşıyor mu bilinmez..
kara gözlerini çevreleyen upuzun gür kirpikleri ile öyle bakışları var ki, insanın içine işliyor, ona sarılıp sevesi geliyor insanın sık sık..


Film zaten küçük Nullahın anlatımıyla başlıyor..
o filmimizin hikaye anlatıcısı..
kendisine melez olduğu için Karamel diyen bu tatlı çocuk, hikaye anlatmanın en önemli şey olduğunu söylüyor hayatta..
iyi hikaye anlatabilmek iyi yaşamak demek gibi sanki..
ona bu müthiş hikaye anlatma sanatını büyükbabası Kral George öğretmiş..


Küçük Nullah hikayeyi anlatmaya başlıyor ve film de Miss Boss un İngiltereden Avustralyaya kocasının çiftliğine gelmesiyle başlamış oluyor..





Müthiş kostümleriyle
müthiş bir epik film bu..






Filmin giriş bölümleri komik bir üslupla işlenmiş..
mesela western tarzı bar kavgaları çok eğlenceliydi..

ben özellikle kanguru bölümünde koptum zaten..
tam komedi filmine geldiğinizi düşünmeye başlıyorsunuz ki… yıkımlar bir bir başlıyor, film ciddileşiyor, komik üslubun yerini ciddi bir melodram alıyor..
Aborjinlerin ezilişini, Carney ve adamlarının acımasızlığını, çiftliği ele geçirebilmek için yaptıkları her türlü pisliği ve ardından 2.dünya savaşının getirdiği yıkımları, ölümleri izleyip, hikayenin asla mutlu sonla bitmeyeceğine inanıyorsunuz..


Yönetmen filme Avustralya adını vermiş çünkü, tıpkı Casablanka gibi, insanın aklına hemen uzak ve egzotik bir diyarı getiren tek kelimelik bir isme ihtiyacı varmış..

Oysa öykü ülkeden ziyade, bir dönüşüm sürecine odaklanıyor..
2.Dünya Savaşı arefesinde İngiltereyi terk eden ve kocasının çiftliğine gelen Sarah Ashley in (Nicole Kidman) dönüşüm sürecine..

Çiftliğe gelir gelmez kocasının ölüsüyle karşılaşan Sarah, kendisine miras kalan bu dev çiftliğe isteksizce sahip çıkıyor..
bir süre çevresiyle oldukça uyumsuz zamanlar geçiriyor..
bu çırpınışları, sahip olduğu toprakları ve o toprakların halkını sevmeyi öğrenmesiyle sona eriyor..
elbette berbat durumdaki çiftliği adam etmeye çalışırken pek çok kez tökezliyor..
ama o Miss Boss olmayı başarıyor..
Kocasından uzakta soğuk bir evlilik yaşayan ve çocuğu da olmayan Sarahın dönüşüm sürecini izlerken bir yandan da küçük Nullahın büyüme olgunlaşma sürecini izliyorsunuz..
Birbirlerini nasıl sevdiklerini, sahiplendiklerini, sahiplenmenin nasıl kısıtlayıcı olduğunu, ve sevdiğini özgür bırakmak gerektiğini de izliyorsunuz..




Filmde tarihi olaylara da yer veriliyor…
örneğin tarihte pek sözedilmeyen , stratejik konumu nedeniyle, büyük bir istilanın başlangıcı olarak 60 dan fazla saldırıya uğrayan Darwin in bombalanması olayı uzunca ve görkemlice işlenmiş..
Darwine, Pearl Harbordan daha fazla bomba atanlar da yine aynı Japon güçleriydi.. Ama Pearl Harbor saldırılarını bugün hepimiz biliyor olsak da Darwini bilmeyiz.. çünkü Avustralya uzaktan da uzak bir yerdeydi ve olanlar kimsenin pek de umrunda değildi..



Tarihi gerçekler, acılar ve savaşlar.. aslında büyük bir aşk hikayesinin dış çerçevesi..


bir aşka kadın ve erkeğin farklı bakış açılarını da bulduğunuz gibi, büyük bir tutkuyu nasıl da paylaştıklarını görüyorsunuz..
hep giden ve dönen erkek..
hep bekleyen kadın..
bir gün isyan edip artık gitmemesini isteyen, gidecek olursa hiç dönmemesini isteyen kadın..
yine de giden adam..
pişman olup geri dönen ama kadını bulamayan adamın yıkılışı..
kavuşma..





Ve birkaç kez araya sokuşturulmuş bir cümle geliyor aklıma bu noktada:
Gurur, güç değildir !!!
Düşünüyorum… düşünüyorum..

hayır diyor içimin büyük bir yanı:
Gurur, güçtür diyor..



Evet bu hikaye küçük Nullahın hikayesi..
“çalınmış kuşaklar” ı kendi gözüyle masalsı bir şekilde hikayeleştiren Nullahın hikayesi..
her şey öylesine ihtişamlı ki, doğayla ve kendileriyle müthiş bir şekilde uyumlu yaşayan Aborjinlerin hayatlarının sadeliği, bu ihtişam içinde daha da ortaya çıkıyor..
para, güç ve toprak uğruna verilen savaşlar aslında ne kadar da anlamsız görünüyor..
Sanırım ben hiç unutmayacağım Kral George un savaşın ortasında, düşen bombalara anlamsız anlamsız bakakalmasını..



Filmdeki müzik kullanımı da tıpkı görselliği gibi ihtişamlıydı..
özellikle küçük Nullahın söylediği büyü ve şarkı beni koparıp götürdü her seferinde..



Komik üslupla başlayıp, yıkımlarla ve ölümlerle birlikte sıkı bir melodrama dönüşen film, sonunda umutla bitiyor..
Ve siz de son noktada diyorsunuz ki aslında bu bir 'umudunu yitirmeme' filmi..
Küçük Nullah ın sözleri beyninize kazınıyor:
“Yağmur yağacak. Çimenler yeşerecek ve hayat bir kez daha başlayacak.”





Ben sana her ihtiyacım olduğunda şarkımı hep söyleyeceğim..
Peki ya sen duyacak mısın beni ??